Pazar, Ocak 26, 2014

üç kore filmi

Selamlaaaaar saygılaaaaar

Bu aralar kafam yine karıştı. “Onu yazsam bunu yazsam amaaan boş ver hiç yazmasam…” şeklinde geçiyor günlerim. Olur da birinde karar kılarsam yazıyorum. Daha önceden verdiğim birkaç vaat vardı, unutmadım onları. Yazmadığım o kadar çok film var ki piuvvv bir gün onları da aradan çıkarsam iyi olacak. Hatta bir tane dizi bile izliyorum ben biliyor musunuz? Neyse, konumuz No Breathing, The Face Reader ve hala nasıl bahsetmemiş olduğuma inanamadığım As One.

AS ONE/ KOREA

İzlediğim en güzel Kore filmlerinden bir tanesiydi.


Her ne kadar Jong Suk’un bir filmi varmış, izleyeyim diyerek açsam da başrolünü Ha Ji Won’un oynaması da bu kararı vermem için büyük bir etken oldu. (Çocuğu seviyoruz diye her işini de izlemiyorum. Mesela Prosucetor Princess, denedim olmadı vazgeçtim.) Ayrıca Bae Du Na, Park Cheol Min, Han Ye Ri, Oh Jung Se gibi isimler de vardı.

Film gerçek bir hikâyeden yola çıkarak yapılmış. 1991’de Japonya’daki Chiba Uluslararası Masa Tenisi Şampiyonasına Kuzey ve Güney Kore tek bir takım olarak katılmışlar. Hyun Jung Hwa bu birleşik takımın lideri olmuş ve film senaryosu da onunla yapılan röportajdan yararlanılarak yazılmış. Ayrıca Ha Ji Won da masa tenisi derslerini direk olarak Hyun Jung Hwa’dan almış. Temeli de oldukça sağlam bir yapım yani.


Kuzey’den gelen takım Kominist Parti’nin etkisiyle askeri bir düzende yaşarlar. Güney takımı ise bunu tam tersi olduğu için uyum sağlamakta büyük problemler yaşarlar ve birleşik takım olmayı kabul edemezler. Mesela bizim Jong Suk çok agresifti başta, sert rüzgarlar estiriyordu, sorun çıkarıp durdu falan…

-“Hiç boğazına yemek çubuğu saplanmış birini gördün mü? Ben gördüm.”

Çok fazla konuşup spoiler vermek istemiyorum ama kesinlikle pişman olmayacağınız bir film. Kahkahalar atacağınız yerlerde yok değil ama genel olarak kapılacağınız duygu seli biraz hüzün olacak. Yine de o kadar güzel bir dram ki buna değer.



NO BREATHING

Bunu sırf izlerken gülün diye ikinci sıraya koydum.


Jong Suk bu filmi I Hear Your Voice döneminde çekiyordu. Film için kas yapmıştı, hazır varken dizide de gösterelim demişler. Ay nasıl sinir olmuştuuuum… Hayır, madem yapıyorsun bir de neden gösteriyorsun? Cık cık cık. O değil, bayağı bayağı omuz yaptı. Neyse ya.

Filmde başrolleri Lee Jong Suk ile Seo In Guk paylaşıyor falan demişler ama YALAN! Başrol In Guk işte, niye diretiyorsunuz ki? Asıl itirafa gelirsek… Filmi izlemeden önce de sevmezdim bu çocuğu, hala da sevmiyorum. Filmdeki karakterinin tepkileri aynı ben olsa bile asdsadd Filmin kamera arkasındaki komikliklere hiç girmiyorum. Jong Suk’un nasıl bir hayvan olduğunu anlayacaksınız. Yuri’nin kolunu ısırıyor, In Guk’ın omzunu ısırmaya çalışıyor falan.

BAŞROL olan Won Il’in babası çok iyi bir yüzücüymüş ve bir yarışmadan hayatını kaybetmiş. Öldüğü için babasına öfkeli olan bir oğul var karşımızda, tipik yani.  Won Il babası gibi çok yetenekli bir yüzücü ama sonra yüzmeyi bırakıyor. Jong Suk’un oynadığı Woo Sang ise milli bir atlet ama kendi rekorunu kendi kıran cinsten. Daha filmin konusunu okuyunca finali çakıyorsunuz aslında. İkisi yarışacak ve tabi ki Won Il kazanacak. Açık ve net. Bu yönden çok sinir bozucu, finale dair en ufak bir şüphem yoksa ne anlamı kaldı? Ama işte biraz gülmek için, biraz oyuncuları için izliyoruz.


Bayan olmadan olur mu? Soshi’den Yuri bu filmdeki bayan başrol. Anlaşıldığı üzere Won Il ve Wu Sang’ın sevdiği kız. Yani spoiler falan verdiğim yok zaten klişelerin filmi resmen. Gerçi final için “Eğer Yuri, Won Il’i seçerse dünyayı başlarına yıkarım, işte kaybedecek bari aşkta kazansın Wu Sang.” Demiştim. O açıdan azıcık, minnacık farklı bir şey vardı. Ayrıca As One’da da koçluk yapan Park Min Cheol burada da aynı işe devam ediyor. Ayrıca Yuri’nin babası, Won Il’in babasının arkadaşı.

Filmde iki tane de kafadar vardı, hani her filmde olan şapşal ikililerden ve her defasında da o ikili favorim olurlar. Onun dışında Won Il sürekli yemek yemesi en sonunda midemi bulandırdı. Bir de şuna sinir oluyorum; çok çalışan değil yetenekli(!) olan kazanıyor. -.-



THE FACE READER

Bu film As One ve R2B’den sonra, No Breathing’den önce çekildi ve Jong Suk'un yer aldığı, dizi olun film olsun, ilk tarihi yapımdı. Beklemediğim şekilde iyi oyunculuk sergiledi.


Filmin konusundan bahsedelim hemen. Song Kang Ho, Nae Kyung isimli bir adamı oynayan. Joseon dönemindeki bazı kayıtlardan ortaya çıkmış bir senaryo. Nae Kyung insanların yüz hatlarına bakarak geçmişlerini anlayan ve buna binaen de geleceklerini tahmin edebilen biri. Bu özelliği de onu aranan biri haline getiriyor. Jong Suk ise Jin Hyeung rolüyle bu adamın oğlunu oynuyor. Jin Hyung memur olmaya hevesli ama babası izin vermediği için canı sıkkın olan bir genç.


Film oldukça uzun, iki buçuk saat kadar sürüyor ve ilk bir saat laylaylom geçse de ondan sonra işler karışmaya ve sıkıcılaşmaya başlıyor. İki yılı dolduracak olmama rağmen hala Korelilerin birbirine benzediğini düşünüyorum. O yüzden sakallı adamları birbirinden ayırmakta biraz sıkıntı çektim, olaylar karışınca da sıkıldım tabi. Bazı bazı atladım. Zaten sonra da çok trajikleşti olay, bu sefer de üzülmeye başladım. Ama çok anlamlı replikleri vardı ve kategorisinde değerlendirirsek çok da başarılıydı. Özellikle finali çok başarılı buldum. Bu yüzden zamanınız varsa, tarihi filmleri de seviyorsanız izlenebilecek bir film. 

Kaç ayda çekildi bu film biliyor musunuz siz? Bari izleyin de değsin. Şimdilerde de Blood Boiling Youth diye bir film çekti. En az bir sene bekleyeceğiz, şimdiden söyleyeyim. Ay nasıl çirkin bir post oldu bu. En iyisi hiç okumayayım yoksa sileceğim. 

En yakın zamanda diğer yazılarla insan gibi dönmek üzere gidiyorum. Yani, umarım.

Çarşamba, Ocak 22, 2014

İçinizde Yaşayan Canavarı Hissedebiliyor Musunuz?

İŞİN LAYLAYLOMU:

Ben, izlediğim şeyi ikinci kez izlemeyi bırakın, duyduğum şeyi ikinci kez duymaktan bile hoşlanmam. Ama ne yaptım tereddüt bile etmeden kalktım bu diziyi ikinci kez izledim. Bir buçuk yıldan uzun bir süre geçmiş olduğu için de unuttuğum ayrıntıları olmuştu, onları hatırladım.

Ayrıca kendisi benim için EN İYİ KORE DİZİSİ olmasının yanında ATLAMADAN İZLEDİĞİM TEK DİZİ olma şerefine de layıktır. İkinci kez izlerken bazı bazı atladığım doğrudur ama toplasanız 10 dakika etmez :D Yine de izlerken kendimden geçtim iki seferde de. Kore dizisi izliyor olsanız da olmasanız da şiddetle tavsiye ederim. Dizinin kurgusuna, oyunculuklarına ve müziklerine hayran kalacaksınız. Hele müzikleri... Tamamen benim için özel hazırlanmış. Klasik müzik ve Rock. Mozart, Vivaldi, Faure bir yandayken, diğer yanda Pixies, Low, Alice in Chains, Mercury Rev, Mansun, Massive Attack, Arcade Fire ve aklıma gelmeyen diğerleri. Tamamı için şuraya tıklayabilirsiniz.

Fangörllük yapmaya devam ederdim ama zaten uzun bir yazı olacak, o yüzden işin laylaylom kısmı burada son eriyor. DADADAM!!! DADADAM!!!

***




“Şimdi de sizlere canavar ile aramdaki savaşın hikâyesini anlatacağım.
Karşı koyabilmek için mecburen ben de canavara dönüştüm.

Her şey ne zaman başladı?”



Susin Lisesi, ülkenin en iyi lisesidir. Oraya sadece ülkenin en iyi öğrencileri girebilir. Günde 18 saat çalışılır ve yılda sadece 8 gün Noel tatili vardır.

Dizinin başrolü olan Park Moo Yul, siyah bir zarfta aldığı mektup yüzünden 8 günlük tatilde de okulda kalır. Asıl ilginç olan aynı mektubu okulda kalan diğer 6 öğrencinin de almasıdır. Dizi Kameraman Yang’ın öğrencileri tanıtmasıyla başlar.

“Park Moo Yul; tüm ailelerin hayallerindeki damat tarzındaki öğrenci.
Susin’in en güzel kızı; Yoon Eun Sung.
Ve… Lee Jae Kyu mu? 2.sene 1.sınıf mı? Kendisini tanıtacak.
Yeni üyemiz geldi. Susin’in cebrail meleği; Yoon Su.
Başka kim kaldı? 2.sene 1.sınıftan Choi Ji Hoon. Şu bakışlara baksanıza!
Peki… 7.üyemiz…” (Kamerayı kapatır çünkü gelen Veba’dır.)

Karakterlerin biraz daha ayrıntısına ineceğim ama kişisel yorumlarımı fazla belirtmemeye çalışacağım. Dizinin en eğlenceli kısımları karakter analizi yapmak çünkü, bu zevki elinizden alamam.



Park Moo Yul;
Akıllı, çalışkan, anlayışlı, yardımsever, iyi kalpli, iyi görünümlü blah blah blah Kısacası mükemmel çocuk. İyiliği derecesinde de sinir bozucu. 

Çocukluğunda yaşadığı travmanın etkilerini kendi içinde yaşayan bu yüzden de bir yanı sürekli ölüme yakın olan, Eun Sung’un eski sevgilisi ve hala ona karşı duygularını kaybetmemiş, Ji Hoon’dan içten içe nefret eden biri.


“Neden Ji Hoon’dan bahsetmiyorsun? Bütün gücünle çabalıyorsun ama doğuştan dahi olan birini yenemiyorsun. Mozart’a karşı duran Salieri gibisin. Keşke okula katılmasaydı diyorsun, canını almak istiyorsun, değil mi?”



Yoon Eun Sung;
Bir zamanlar neşeli ve herkes tarafından sevilen bir kız olan Eun Sung kimsenin bilmediği bir nedenden ötürü sessiz ve soğuk birine dönüşür. Sürekli ölümden bahseden ama bunu yapacak cesareti olmayan birine.

Eun Sung ve Moo Yul her başbaşa kaldığında bu şarkı çalıyor:






Lee Jae Kyu;
Oldukça uzun süre pasif kalan bir rol. Bununla birlikte bu özelliği beni çektiği için en çok onun tepkilerine dikkat ediyordum. Bu yüzden bir şeyi çabuk fark ettim.

Hakkında bilinen hiçbir şey yok. Moo Yul’un adımlarını izleyen, yardım etmeye çalışan çocuk. Fırtına öncesi sessizliğin vücut bulmuş hali.


Yoon-Su;
Oldukça zengin bir ailenin tek çocuğu, babasının yaptığı bağışlar sayesinde okula girdiğini herkes biliyor.  Yüksek yerlerde durmaktan zevk alan, her daim kulağında kulaklık olan bir çocuk. Onun lakabı; Cheonsa, yani melek. Gözlerinin altındaki morluklar, sallanarak yürümesiyle kanında gezen uyuşturucuyu ve yüreğindeki acıyı çok iyi yansıtıyor.



Choi Ji Hoon;
Beyninin sol tarafındaki sinirlerin normalden kalın olmasından dolayı duygularını yaşayamayan bir dahi. Bu yüzden de hiçbir zaman aşırıya kaçmıyor. Pek çok şeyi diğerlerinden önce çözen ama gerekmedikçe konuşmayışı ile pek çok sırrı da saklayan biri. Ji Hoon’un duygusal derinliği olmadığı için onun hakkında tahminler ve sürprizler yok denecek kadar az.



“Tıpkısının aynısıydı. Yüzleştikten sonra ölecek olan farklı halimle karşılaşmıştım.”






Jo Young Jae;
Herkesin nefret ettiği çocuk. O lakabı “Veba” olan bir, “Kara Veba” Dizi boyunca izleyici “böyle olmasının bir nedeni vardır” diye düşünse de ona sempati göstermek kolay değil. Zayıfı ezen, güçlünün karşısında sinen biri çünkü. Aralarındaki en korkak kişi…      




Eun Sung: “Jo Young Jae, belki sen de iyi niyetli biri olarak doğmuşsundur. Kötü davranmanın bir sebebi vardır. Fakat o sebebi öğrenmem imkânsız. Gözümde ezikten farksızsın.”
Young Jae: “Ne demek istiyorsun?”
Eun Sung: “Aramızdaki dram bu işte. Tüm insan ilişkileri arasındaki dram.”

Lee Jae Kyu: “İyi mi?”
Yoon Su: “Korkuyor sadece. Korkaklar şiddete başvurur.”


Yang Kang Mo;
En büyük hobisi bir şeyleri kameraya kaydetmek. Video ya da fotoğraf… Annesinin o hamileyken geçirdiği ateş sonucunda işitme duyusunu kaybetmiş. Bunu önemsemiyor gibi görünse de hala onu rahatsız eden bir şey bu. Küçükken yaşadığı o olay sadece bir örnek bence, bu örnek Kang Mo’nun bütün hayatının ufak bir özeti… Başka bir çarpıcı özelliği ise asla pes etmeyen bir karaktere sahip oluşu... Üzerine ne kadar giderseniz o kadar direnecektir.


Kang Mi Reu;
“Deli” lakabıyla ünlenmiş biri. Okulun çatısından yaptığı Bungee Jumping herkese parmak ısırtmıştır eminim. Young Jae’in korkulu rüyası. Ji Hoon’un hem düşmanı hem dostu. Güçlü olduğu kadar zeki oluşuyla, herkesin favorisi haline gelmişti. Ayrıca mektup almamasına rağmen okulda kalmıştır. Mi Reu başka bir hesap peşindedir.

AC/DC'nin Back in Black'i için Mireu's Theme diyebiliriz ^^






Öğretmen;
Judo konusunda uzman olan beden eğitimi öğretmeni Noel’de çocuklarla kalması için görevlendirilir. Ayrıca ona da mektup gelmiştir. 

Kim Yo Han;
Hakkında söylenecek çok şey var ama kendime saklayabilirim. Geçirdiği araba kazasından sonra okula sığınan bir psikiyatr.





O meşhur zarfta yazanlara gelince…

“Beni lekeleyip acınacak hallere soktun.
Beni köşedeki canavara dönüştürdün.
Beni susturdun.
Boş umutlarımla alay ettin.
Sahip olduğum tek şeyi alıp boynuna astın.
Ben tutunurken, sen ellerini çektin.
Beni gözlerinden uzak tuttun.
Sonunda bana yetiştin.
Mutlu Noeller.
Mutlu yıllar.

Sekiz gün sonra Zelkova ağacının yanındaki yoldan yürü.
Saat kulesinin altında birinin ölü bedenini göreceksin.
İsa’nın doğduğu gece, seni lanetliyorum.”


Her satır birinin günahı olsaydı… Siz nasıl eşleştirirdiniz?

Bundan sonrası için sadece diziden replikler var. Kimsenin benim vardığım sonuçları bilmesine gerek yok. Sadece izleyin ve kendi cevabınızı kendiniz verin.

İnsanlar doğuştan mı canavardır, yoksa büyüdükçe mi canavarlaşırlar?



*** 

-“Onun gibi insanlar doğuştan mı canavardır, yoksa büyüdükçe mi canavarlaşırlar? 


Kendilerine göre doğuştan gelen ya da sonradan edindikleri sorunları olabilir. Beyinleri hasarlı ya da DNA’ları sorunlu olabilir. Doğuştan beri öylelerse suç onların değil, yetersizlikleridir. Cezalandırılmaları doğru mu? 

Aksine doğuştan sorunlu değil de babaları alkolik veya anneleri sorumsuzsa sonradan suça bulaşmaları onların suçu olur mu?

-“Suçluların cezalandırılmamaları gerektiğini mi düşünüyorsun?”

-“Sosyal vazife için cezalandırılmalılar. Fakat böylesine ahlaki ve hassas eleştirilerin doğru olup olmadığına dikkat çekiyorum.”

-“Doğru.”

-“Neden?”

-“Beyin özürlü veya kötü koşullarda büyümüş olsa bile suç sayıldığını bile bile cinayet işlemeyi tercih etmiş. Cinayet işlemeyi seçmişse her türlü eleştirilmelidir.”

***


“Bazı beklentiler beslediğimi itiraf ediyorum. 18 yıl… Ne yetişkinim ne de çocuk. Kaçma arzusuyla tutuşan orta yaşlardayım. Finn ya da Nanook gibi maceracı değil. Fakat gerçeklikten kaçmayı umuyordum.

Maceraya inandığımız son gündü. Şimdiye dek korkmak yerine heyecanlıydık. Fakat unuttuk ki duyduğun ses ne kadar tizse gerçeklikten kaçmak o kadar tehlikeli. Hayatta kalmak için acımasız davranmak zorunda.  Fin ve Nanook da hikayenin sonunda şeytanla karşılaştı. 




Hepimiz birer lokma ısırıp birini öldürdük. 


Şeytan karda yuvarlanarak peşimize düştü.”

***




“Hazır aradan zaman geçmişken neler olduğunu açıklamaya çalışıyorum. Kaderin kahpe cilvesi, her şey kötüye döndü. Oyunu başlatan bile ipi elinden kaçırmıştı. Karanlık karanlığa vurarak yine karanlık yaratıyordu. Canavar yüz yüze bakan aynalarda görülüyordu. Böylelikle başka bir karanlık ortaya çıkmış oluyordu.”



***

“Ben bir seri katilim.
Noel arifesinde yorgun düşmüştüm. İnsanları öldürmek zordur, hatta ölmeyi hak edenleri bile. Artık cinayet işlemek istemiyordum. Sorumluluk duygusunu kaybetmiştim.
Sekizinci işe yaramaz hayat…
Adımı sorduklarında üzerimden bir yük kalkmıştı. Sonumu kabullenmiştim. Görevimi tamamlayamamıştım… Ama kabullenmiştim.
Tam o sırada yaşanan olayların bir anlam taşıdığını bilmiyordum. Hikâye bitmeyecekmiş gibi görünürse sonunu kendin yazmalısın.
2000 yıl önce 3 bilge İsa bebeği bulmak için yıldızlara tırmanmış. Bugün ışıklar sayesinde onlara ulaştım. 

Karşılaştığım bütün rastlantıların uzun zaman önce yazılan kaderimin bir parçası olduğunu fark ettim."


***



“Aslanın pusu kurduğu nehirde, yaralı zebra olsaydın ne yapardın?
Aslanın pusu kurduğu nehirde, vakit senden yana değil.
Arkadaşının yaralandığını öğrenseydin ne yapardın?
Aslanın pusu kurduğu nehirde, susuzluktan ölürken birinin kurban edilmesi gerekir. Aksi takdirde tek damla su içemezdin. O zaman ne yapardın?
Aslanın duyması için, en sabırsız olanın nehre atlamasını, birinin yaralanmasını veya içlerinden en gencinin geride kalmasını ummalıyız.
Aksini ummak mümkün mü?
Aslanın pusu kurduğu nehrin yanında bekleseydin…”

***

“Sence hepinizden farklı mıyım?

Seri katillere neden çocukluklarının sorulduğunu bilir misin? Güvende hissetmek için. Alkolik bir baba, önüne gelenle yatıp kalkan bir anne… Fakat aslı o değil. Hepsi basın tarafından şişirilen yalanlar. 

Çocukluğunda kötü şeyler yaşayan herkes canavara dönüşmez. Düzgün büyümesine rağmen canavarlaşan yüzlerce insan var. Herkes canavara dönüşme potansiyeli taşır.



İçinizde yaşayan canavarı hissedebiliyor musunuz?

Sanırım bazıları canlanmaya başlamış.”


“Sınırda durmamak lazım.
Doğuda ve batıda asırlık tabular vardır.
O çizgi, iki tarafı, içeriyi ve dışarıyı ayrı tutar. Ayrıca iki tarafı ters yüz olarak sınırlar. Çizginin kendisi bile kafa karıştırıcıdır. Sakın üzerinde durmayın. Karışıklığın içine düşmekten kaçının.
Sınırda duran çocuklar tanımlanamaz.
Çünkü bütün bunlar kafa karıştırıcı…

Hepsi tabunun parçası.”





Cuma, Ocak 17, 2014

Delikanlı Çağımızdaki Cevher


Bu yazıyı hiç yazamayacağım sandım.

Aslında bakarsanız herhangi bir doğum günü yazısı yazmayı düşünmüyordum ama söyleyecek çok şeyim var, içimde tutmak istemediğime karar verdim. Hem bu ilk doğum günü yazım değil!


Öncelikle bu seneki doğum günümde kimsenin herhangi bir şeyi saklama çabası yoktu. Her şey açık ve netti. Hediyeler hariç! O gerçekten uzun süre muamma olarak kaldı. Üst üste herkes bir şeylerden bahsedip ama ne olduklarını söylemedikleri için meraktan çıldıracak duruma geldim. Bana bu işkenceyi reva görenlere de selam olsun, ayıp ayıp!

Her zamanki gibi sabah 5.30’ta kalktım. Bazı işlerimi hallettim. –Macar’la ilgili yazımı A4’e dökmek, denklem çözmek, Deep Purple’ın şarkılarını düzenlemek gibi- 7.30’ta S-ra aramıştı, evden çıkarken onu geri aradım. Meğer bana alacakları pastanın nasıl bir şey olacağını falan soracakmış. “Allah aşkına bana daha bir şey sormayın.” Dedim. Çünkü kendisi iki hafta önceden beri “Benim 17 Ocak’ta doğan bir arkadaşım var, ona ne alayım, doğum gününde ne yapalım?” gibi sorular soruyor. İşin garip yanı, bu işi eğlenceli kıldı denebilir. Çünkü hani bir saklayalım, sürpriz olsun kasıntısı olmuyor. Zaten her defasında da doğum günü çocuğu durumu çakar. :D

Arabaya binmemle daimi yol arkadaşlarımın “Doğum günün kutlu olsun Paul, iyi ki doğdun!” demeleri bir oldu. Açıkçası şaşırdım, hasta olduğum için kaç gündür görüşmüyorduk, unutmuş olmalarını bekliyordum. İşin komik tarafı, hepsi sırayla ardı ardına aynı şeyi söyledi ve tonlama giderek düştü. :D Doğum günümü kutlamayan N-an’ın ise arabadan indikten sonra “Unutmadım, sadece rahat rahat sarılayım diye şimdi söyledim.” Demesi ayrı bir komikti, çok büyük ihtimalle unutmuştu çünkü. :D  

Bundan sonrası sıradan bir gün gibi devam etti. Tabi öğle arasında keke kibrit sokup getiren arkadaşlarımı saymazsak… Ki bu cidden sürprizdi. Yani kibritleri bir metre ötemde yakıyorlar ama ben kitaba o kadar dalmışım ki fark etmedim bile. :D Sonra yıllardır doğum günü pastaları kesen çakımla onu da kestik. Bundan sonrası yine normal bir gün gibiydi. Tabi B’nin ağrıyan dişi yüzünden yemek yiyemeyip, aç kalması, bunun acısını da her zamanki gibi benden çıkarmasını saymazsak…

Neyse, sıra geldi doğum günü kutlamasına… Pasta geldi, şarkılar söylendi. (Türkçe-İngilizce-Korece) Malum uluslararası bir topluluğuz biz asdasdasda Sonra fotoğraflardı, yemeklerdi, hediyelerdi derken sonuna geldik. Sonra gidip lahmacun yedi bizimkiler. :D Ardından dağıldık. Biz saatin geçmesini beklemek için yandaki kafeye geçmişken sonunda Shiru ile konuşma fırsatı bulabildim. Aslına bakarsanız bu oldukça zor oldu. Şöyle anlatayım;

Her zaman olduğu gibi yine çişim gelmiş, çok sıkışmışım, tuvalete gidelim diye çığırıyorum. Bir yandan da çıkmamız gerekiyor, ortalık karışık falan… Böyle bir anda Shiru arayıverdi, eh az sonra tuvalete gideceğimi düşünürsek az sonra onu aramak üzere kapattım. Sonra tuvalete gittik, çıktık tam arayacağım derken Chuky aradı. Doğum günü hediyesiyle ilgili yanlış anlaşılmayı düzelttik falan. Sonra tam kapattım, annem aradı, kutladı falan. Sonra o kapattı, anneannem aradı, “inşallah beyaz saçlı bir nine de olursun” falan dedi ama bu duanın ne kadar iyi olduğu konusunda şüphelerim var. Neyse, o da bitti ve sonunda Shiru’yu arayabildim. Ama açmadı. Tabi ki endişelendim, mesajda yazdığı korkunç köpekler tarafından yenildi mi acaba? Diye düşündüm. :D Neyse ki bu benim kuruntum çıktı, Shiru sapa sağlamdı. Bayağı bir havadan sudan konuştuktan sonra günün anlam ve önemine değindi. Bana şarkı söyledi! Adam akşam vakti, pek de kimsenin olmadığı bir sokakta Trap’i ve Mutlu yıllar sana’nın 3 dildeki versiyonunu söyledi. Ha Trap’i ben istek parça yaptım, orası ayrı. Tam 7 aydır bıkmadan usanmadan dinliyor bu zat zaten. :D Neyse, teşekkürler Shiruuu, çok sevdim bunu ben. ^^

Sonra eve geldim…

Kimse yoktu. Daebak!!! Üzerimi değiştirir değişmez, diğerlerinin yanında bakamadığım hediyeler baktım. Ve… Huh… Cidden çok etkilendim. Şimdi ne kadar etkilendiğimi sizlere anlatmayacağım, hayatımda ilk kez mutluluktan ağladığımı falan da… O kadar özele girmek istemiyorum asdsadasda


Hediyelerle ilgimi duygu ve düşüncelerimi de yazacaktım ama bu kez hepsi fazlasıyla “özel” O yüzden onları da es geçiyorum. Sadece şunu söylemeliyim ki hayatımda hiç bu kadar anlamlı ve derin hediyeler almamıştım. Çok ciddiyim. Bütün bu düşündükleriniz, yazdıklarınız… Kutular, notlar, yüzükler, yumurtalar ve yıldızlar… Gerçekten inanılmazdı. Huh… Diyecek bir şey bulmak zor. Her ne kadar bugün dolaylı yoldan yaptığım konuşma pek etkili olmasa da buraya bir daha yazacağım, belki buradan daha etkili olur. :D :D Bir yandan da “Bazı şeylere kelimeler kifayet etmez, iyisi mi bu derin duyguları sözcüklerin dar kalıplarına sığdırmaya çalışarak sığlaştırma.” Diyen tarafımı susturmaya çalışıyorum. Ayrıca üç yıldızdan sonra okumayı bırakın. Ciddiyim.

“Her ne kadar odun ve öküz olsam da… O kadar da değil, yuh!
Bilirsiniz, bazen insanın durdurmak istediği anlar vardır, herkesin vardır. Maalesef dizideki uzaylılardan farklı olarak zamanı durduramıyorum. Ama eğer bu anı bir fanusa koyabilseydim, içine başka bir an koyamayacak olsa idim bile yine bu anı seçerdim.
Her zaman birlikte gülelim. Bu anları fanusa koyamayız ama unutmayın ve ölümsüzleşsin. Bu en büyük isteğim. Resmen edebiyat parçaladım ama teşekkür etmek istiyorum ve bunu hak ettiğiniz kadar yapmak gerçekten çok zor.
Ben sadece… Minnettarım.”  


***




Hala okuyor musunuz? Peki, siz bilirsiniz.
Evet, bugün benim doğum günüm.
Size doğum günleriyle ilgili değişen düşüncelerimden bahsedeceğim o yüzden de.
Çok da önemliymiş gibi.

2012’ye girerken:

Bakınız bir başka saçmalık daha var… Doğum günü kutlamaları… Ne sinir bozucu.
Bütün o “İyi ki doğdun!” bağırışları, bir günde sarılman gereken 276434567654347654567 kişi.
Her sene aynı sürpriz. –Arkadaşlarım tarafından-
Dostum, numaraya gerek yok. Doğum günümü hatırlıyorum, sizin de hatırladığınızı biliyorum. Unutmuş gibi yaptıktan sonra elinizde pastayla bağıra çağıra gireceğinizi biliyorum.
Öyleyse ne anlamı var?
Bunu söylediğimde kızıyorlar bana. Amaç illa bir kutlama yapmaksa daha farklı şeyleri kutlayabiliriz.

13 Ocak 2014:

Yıllar boyunca yılbaşlarını, doğum günlerini ya da benzer günleri kutlamaktan hoşlanmadığımı söyledim durdum. Yalan da değildi, ne zaman bugünler gelse acıdan başka bir şey duymuyordum. Ama nedeninin mantıksız geldiğini söyleyerek kendimi kandırmışım yıllarca. Aslında bu değildi sebebi… Ben geçmelerinden nefret ettikçe saniyelerin onlarında daha hızlı koşmasıydı. Hele doğum günlerinde… Tek yapmak istediğim şey bağıra çağıra ağlamak, sonra uyumak…

Şimdi ne düşündüğümü soracak olursanız…

Bu insanlar beni çok mutlu ettiler. İnanılmaz derecede. Dedim ya, ifade etmek imkansız. Ama bu mutluluğun bana verdiği kötü duygular da var. “Mutluluk bile acı veriyor çünkü sonu var biliyorum.”
Ayrıca cesur biri olduğum söylenemez. Pek çok korkum da var. Bunun son olmasından, bir daha mutlu olamamaktan ve en çok da sevdiklerimi kaybetmekten… En mutlu anımda şeytan dürtüveriyor ve “Fazla mutlu olma.” Diyor. “Hepsini kaybedebilirsin.”

Umarım yanılır.


Doğum günü meselesine geri dönecek olursak… Çok iç açıcıyım akşam akşam, biliyorum. Ama kızmayın bana. Ben gerçekten çok yaşlı hissediyorum. Bir yüzüm toprağa bakıyor, bir ayağım çukurda.  Cahit Sıtkı 35 yaş şiirini benim için yazmış, her mısrasında kendimi görüyorum.

Yaş otuz beş! yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.

Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünürsünüz,
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?

Zamanla nasıl değişiyor insan!
Hangi resmime baksam ben değilim.
Nerde o günler, o şevk, o heyecan?
Bu güler yüzlü adam ben değilim;
Yalandır kaygısız olduğum yalan.

Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;
Hatırası bile yabancı gelir.
Hayata beraber başladığımız,
Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;
Gittikçe artıyor yalnızlığımız.

Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç fark ettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.

Ayva sarı nar kırmızı sonbahar!
Her yıl biraz daha benimsediğim.
Ne dönüp duruyor havada kuşlar?
Nerden çıktı bu cenaze? ölen kim?
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar?

Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında.