Cumartesi, Mayıs 24, 2014

Nisan'da Okuduklarım


Nisan’da çok bir şey okumadığımı itiraf etmeliyim önce. İlk başta suçu geziye attım ama sonuçta en fazla üç kitabımı yemiş olabilirdi. Bu da demek oluyor ki genel olarak bir tembellik vardı bende. Çünkü sınav haftası desem değil, ders çalışıyorum desem çalışmıyorum. Sanırım film izlemekten vakit bulamadım. O filmleri de yazacağım bir ara diye umuyorum, neyse. Mayıs biterken yazıyı ancak yazmış olmamın sebebi mucibi ise açıkça tembellik efendim.

Yabancı Yazarlar

En Etkin 100

Michael H.Hart’ın ilk basımı 1978 olan kitabı daha sonra birkaç kez elden geçirilmiştir. Hart bunun nedeninin tarihin durmamış olması olduğunu söyler. Ben 92 yılında elden geçirilen basımını okudum. Bugün 22 yıl sonra yeniden elden geçirilse belki başka değişikliklerde yapılır ama bu yazara kalmış bir şey.

Öncelikle bu tür bir sıralamanın kişiden kişiye değişebilecek bir sıralama olduğu açıktır. Bununla birlikte belirli insanlar hemen herkesin listesinde yer alacaktır. Hart listeyi kitabın adından anlaşıldığı üzere “etki”lerine göre sıralamış. Kısa ve uzun vadede insanlığı ne derece etkilediklerini ve neden o sırada bulunduğunu açıklamış. Açıkçası listede tanımadığım bir iki isim vardı. Ve düşünüyorum da muhtemelen insanların adını hiç duymadığını ama bugün hala etkisinde olan bir dünyada yaşadığımız pek çok insan var.

Hart’ın kendisinin aslında bir Astrofizikçi olduğunu da söylemek isterim. Bunu öğrendiğimde ufak çaplı bir şok geçirdim. Adamın inanılmaz bir kariyeri var, bir kariyer yapmak istesem bu tür bir şey yapmak isterdim diyebilirim. Tam benlik :D

İki Gelinin Hatıraları

Kütüphanedeki klasikleri karıştırırken uzun zamandır Balzac okumadığımı fark edince hadi bakalım dedim. Sonradan biraz pişman olmadım değil ama başlamış bulunmuştum bir kere.

Önce olumlu yönlerinden bahsedeyim. Kitap iki bayan arasındaki mektuplardan oluşuyor. Okurken sanki Balzac erkek değilmiş gibi hissettim. Örneğin annelik duygusunu çok iyi yansıtmış kesinlikle, çok beğendim. O dönemdeki kadınları bilmiyorum tabi ama yine de bazı şeyleri de çok abartmış gibi geldi bana. Bilemiyorum belki inanılmaz süslü bir dili olduğu içindir. O kadar o kadar süslü ki kusasım geldi. Aslında ben uzun ve sanat değeri yüksek cümlelerden hoşlanırım ama her satır da böyle olmaz ki… Balzac seni çok severim ama sadelik basitlikle eş değer değildir, bilirsin…

"Ne yapayım kardeşçiğim?
Aşk bana gelmiyordu; bende Muhammed'in dağa gitmesi gibi, aşka gittim."

Yabancı

Le Monde’un listesini elden geçirmeye ilk sıradan başladım. Birkaç yazar var, hayatları ve düşünceleri hakkında çok şey okuyup eselerini pek okumadığım. Camus bunlardan biri, Kafka da öyle mesela. Rilke ya da… Ben de daha fazla gecikmeden okumaya karar verdim.

Yabancı oldukça ufak bir hacme sahip bir roman, söz konusu “yabancı” başkahramanın ta kendisi. Anlatıcı da o olunca ilginçleşiyor olay. Cezayir’de doğmuş ve büyümüş Camus’ın ilk romanının orada geçmesi oldukça normal olmakla birlikte kahramanımız Mersault’un idealize edilmiş bir karakter olduğunu söylemek pek olası görünmüyor.  Elbette ki Camus düşüncelerini bu uzun hikayeye oldukça güzel bir biçimde yerleştirmiş.

Yani bu işin benim dışımda görülüyor gibi bir hali vardı. Her şey, ben karıştırılmaksızın olup bitiyordu, kaderim bana sorulmadan tayin olunuyordu (...) İyi düşününce söylenecek bir şeyim olmadığını anlamaktaydım. Kendi kendimi seyrediyormuş gibi bir hisse kapıldım.”

Bu fikirlerin biraz daha genişçe anlatımı için tık tık. 

Babalar ve Oğullar

Turgenyev’in en ünlü romanı olmakla birlikte küçükken okuyup, aklımda hiçbir şey kalmadığı için yeniden okuduğum bir kitap. İyi de yapmışım, bazı şeyleri daha iyi anladım. Çok daha iyi.

Bu kitapla ilgili şöyle de bir şey var; klasikler genelde sayfalarca betimleme barındırır. İnsanların sevmeyip, sıkılması da tam bu yüzden. Benim eleştirdiğim yönü ise oldukça gereksiz şeylerden bahsetmeleri. Kısa ve öz olsun yani, bir paragraf olur genelde anlam oradadır ama onu bulmak için 400 sayfa okumak gerekir. Bu beni deli ediyor. Roman okurken sıkılmam da tam bu yüzden işte. Neyse, sadede gelecek olursak işte bu yönüyle ayrılan bir kitap. Ben yazarken bol diyalog yazarım ve bunun benim eksikliğim olduğunu düşünürüm. Turgenyev de benden ama asdasdsadsad

Klasiklere para verme taraftarı değilim –dedi kitaplığının bir rafı klasiklerle dolu olan adam- sonuçta her yerde bulabiliyoruz. Evet, kitap alırken benim mantığım şu: “İkinci kez okuyabileceğin ya da kolay kolay bulamayacağın kitapları al.” O yüzden elime bir Turgenyev geçene kadar bekleyeceğim sanırım. Ama okumak istiyorum.^^

Beni Asla Bırakma

Kazuo Ishiguro’nun bir kitabını okumayı istiyordum ve böyle bir başlangıç yapmış oldum. Aslında önce DÜ okudu ve nasıl olduğunu sorduğumda tek söylediği “değişik” idi.
-“Nasıl yani?”
-“Değişik.”
-“İyi anlamda mı kötü anlamda mı?”
-“Yani… Şimdi… Değişik.”
-“Değişik ne? Nasıl değişik?”
-“… Değişik.”
-“İyi mi kötü mü?
-“Iııı….Değişik.

Kafayı yedirtti kısacası bana ama kitabı okuyup bitirdim ve ne demek istediğini çok iyi anladım. Gerçekten söyleyecek bir şey bulamıyorsunuz. İyi kötü komik dramatik ne bileyim herhangi bir şey… Değişik. Sadece değişik. Ama sanırım şunu söyleyebilirim ilk başlarda yavaş gidiyor ve çok uzun süre kimin neden bahsettiğini anlamıyorsunuz ama birdenbire akıp gidiyor. Piuvvv diye.

Yazar Nagazaki’de doğmuş ama 6 yaşında İngiltere’ye taşındıkları için kahramanları da İngiliz’di. Kitap da zaten Time tarafından İngilizce yazılan en iyi 100 roman arasında yerini almıştı. Konusuna gelince anlatması biraz zor, en ufak bir şey spoiler olur o yüzden susuyorum. Ama dram-bilim kurgu romanı olarak sınıflandırabilirim ve oldukça başarılı buldum. Filmini de izledim ama bilirsiniz kitaplar her zaman daha iyidir. Ama senaryoda belirgin bir değişiklik yoktu, o açıdan beğendim. Değiştirmediğiniz için teşekkürler!

Kırmızı Pazartesi

Marquez ölmeden 3 gün önce okuduğum içindir belki de üzerimde çok farklı bir etkisi oldu kitabın ve muhtemelen gözüme her çarptığında bu duyguyu hissedeceğim.
Normalde kitaplar sıkıcı başlar sonradan akar gider. Kitapların %90 için geçerlidir bu. Tabi tamamı sıkıcı olan kitaplar da vardır orası ayrı. Bu kitap ise tam tersine inanılmaz akıcı başladı ve bir Marquez geleneği olarak oldukça sıra dışıydı. Cinayetin işleneceği herkes tarafında bilinen bir cinayet hikayesi. Daha ilk cümlede bunu öğrenmenize rağmen heyecanınızı hiç kaybetmiyorsunuz.

Eğer yakın zamanda kendisini kaybetmemiş olsaydık diğer kitaplarına geçecektim ama sanırım şuan okuyacak durumda değilim. Bugünlerde aklımda birkaç sene önce kaybolan Yüzyıllık Yalnızlık’ım var.


Deli Fişek

Ne  zamandır rafta duruyordu, sinirlenmeye başladığını görebiliyordum. Zeze’yi bilirsiniz sabırsız bir çocuktur. Özellikle 19 yaşlarında olan Zeze daha bir aceleci idi.

“İnsanın kendini bulması uzun sürer.”

Bu serinin Vasconcelos’un bir nevi otobiyografik romanı olduğunu hepimiz biliyoruz. Ve yazar en çok da bu kitabın basılmasını istediğini söylemiş. Şeker Portakalı’ndaki, Güneşi Uyandıralım’daki o duygu bu kitapta yoktu ama gerçek bir şeylerden bahsettiği için belki de bir o kadar üzücüydü. Yine de Zeze’nin büyüdüğünü ve artık o kadar zor zamanlar geçirmediğini görmek güzel. İnsanın içi gerçekten rahat ediyor…

“Sustum. Düşüncelerle yaşamak daha iyiydi.”

“Dünyanın kapılarını açıyordu bana. Ve ben korkuyordum, ne yalan söyleyeyim? Korku içindeydim, dünya öyle büyüktü ki… İnsanoğlunun girebileceği en büyük, en keder dolu yerdi.”

David Copperfield

Dickens okumayalı da çok uzun zaman olmuştu ama sanırım böyle olması daha iyiymiş. Kaçtır klasikleri eleştirdiğimiz farkındayım sanırım onları okuyacak yaşı geçtim. Belki de çok fazla okumuş olduğum için sıkıldım bilemiyorum… 30 olmadan önce okunması gereken kitaplar listesinde gördüm daha sonra ama yok abicim gidin başka kitaplar okuyun, size bir şey katacak kitaplar yani. Kalktım Dickens’a işe yaramaz dedim gibi durdu şuan biliyorum ama öyle bir şey demiyorum tabi. Sadece Yeşilçam filmi izlemek gibiydi bu kitabı okumak. O yüzden lüzum yok diyorum, hepimiz yeterince Yeşilçam izledik çünkü. :D


Denizi Yitiren Denizci

Kırk yıldır “Mişima okuyacağım Mişima okuyacağım” diye gezip ancak okumama rağmen kendimi geç kalmış hissetmiyorum. Kitabın kötü olduğunu söylemem imkansız ama nedense kimseye tavsiye de etmiyorum. Edemiyorum, gerek yok. Çünkü güzel olduğu kadar da eşsiz bir kitaptı ve herkesin zevkine hitap etmeyebilir. Çok akıcı olduğunu da söyleyemem. İçine girmesi zaman aldı ama sonuçtan memnun kaldım diyebilirim. Denizi hissettim.






Türk Yazarlar



Posta Kutusundaki Mızıka

Bunu Omoni okumadan sevince ben de bir okuyayım dedim. Omoni dediğim kişi annem değil arkadaşım bu arada. Bir de baktım yazar Ali Ural falan… Bu adam kitap isimlerini çok güzel seçiyor, gerçekten beğeniyorum. Makyaj Yapan Ölüler, Kuduz Aşısı, Tek Kelimelik Sözlük, Satranç Oynayan Derviş, Gizli Buzlanma, Fener Bekçisinin Rüyaları…

Gelelim kitaba… O kısım pek güzel değil.  İlk birkaç mektupta sıkıldım ama sonradan güzel bir şey oldu. 13. Mektupta değişti fikrim sanırım. Ben bunu nasıl okuyacağım derken bir günde bitti. 17 benim sayımdır, o yüzden bakalım orada ne var dedim. Myra B.Welch’ten ufak bir manzum hikaye, bilin bakalım neyle ilgili? Bir keman ustasının elleri… Eridim ben de tabi. (Keman çalıyorum da o yüzden.) Ama bunun dışında, sevmedim.

Sevgili Dost,
Derin bir nefes al bu rüzgardan ve Godot’yu beklemekten vazgeç. Saint-Exupéry ölmeden biraz önce “Çağımdan tiksiniyorum.” Demiş. Kim bilir kimlerdi “sahipleri”. Ölümün kapısında durup şöyle diyor adeta: “Bulunduğunuz yer iğrenç. Ben gidiyorum.” Git bakalım Exupéry, git! Hayır Sevgili Dost, Sen yerinde kal. Sahibini tanı ve birinci mevkide seyahat et.

Mimoza Sürgünü

Sevdiğim bir yazarın yeni bir kitabı çıkınca bir heves alırım ama sonra araya başka kitaplar girer ve rafta belki aylarca bekler. Anlayacağınız üzere Mimoza Sürgünü de onlardan biri oldu. En son Nar Ağacı’nı okumuştum işte, açıkçası bir deneme kitabı beklediğim falan yoktu. Kötü mü oldu? Hayır.

Açıkçası en sevdiğim Türk&Bayan yazarlardan birinin hemşirem olması gerçekten çok hoş. Her ne kadar aramızda bir kırk kadar yıl olsa da o benim doğduğum yıldan itibaren aktif bir yazar. Üniversite’de okuduğu dört yıl dışında bütün hayatını Trabzon’da geçirmiş olması da bu şehre düşkünlüğünü gösteriyor. Ki benim de elimde olsa bütün hayatımı burada geçirebilirim. Ama sanırım baştan kaybettim, Urfa ve Ankara’da yaşamışlığım var.

Kitaba dönecek olursak denemeler içinde çok güzel olanları var, güzel olanları var bir de fenadeğilleri. Ama bu “fenadeğil”lerin oranı %20’yi bulmaz. Bazılarının içindeyse insan kendini buluyor. Bir kez daha hayran kaldım, herkese tavsiye ederim.

Tamam, estetize ediyorum, idealleştiriyorum biliyorum. Düpedüz yazıyorum. Romantik olduğum da bir yafta gibi boynuma asılı. Ama ben gördüğümü söylüyorum. Neticede şu yazdıklarımda ben hem mecazlı hem de gerçekçiyim. Yani düpedüz kinayeliyim. Eğer öyle değilse ya ben hayal görmüşümdür ya bana hülya anlatmışlardı.

Beş Şehir

Fark ettim de her ay bir Tanpınar eseri okuyorum, bir düzenleme yapmadım ama öyle oluyor. Bundan sonra bu benim rutinim mi olsa ne? Neyse, mesele bu değil tabi ki.

“Beş şehir’in asıl konusu hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır.” –Ahmet Hamdi Tanpınar

Ankara, Konya, Erzurum, Bursa ve İstanbul’u anlatmış. Kitabın ikinci yarısının tamamını İstanbul’a ayırmış olduğunu görmezden gelmek zor tabi ama neyse diyorum. Ben en çok Konya ve Bursa’yı anlatışını sevdim. Belki bunun nedeni Konya ve Bursa’yı gerçekte de seviyor olmamdır. Örneğin İstanbul ve Ankara’yı sevmediğim için okurken de sevmedim. Neyse, “Bursa’da Zaman” bölümü cidden çok iyiydi. Akla Tanpınar’ın aynı isimli şiirini getiriyor.




“Bursa'da bir eski cami avlusu,
Küçük şadırvanda şakırdıyan su;
Orhan zamanından kalma bir duvar...
Onunla bir yaşta ihtiyar çınar
Eliyor dört yana sakin bir günü.
Bir rüyadan arta kalmanın hüznü
İçinde gülüyor bana derinden.
Yüzlerce çeşmenin serinliğinden
Ovanın yeşili göğün mavisi
Ve mimarîlerin en ilâhisi.”


Semaver

Öykü konusundaki idollerimden Sait Faik’in ilk hikâye kitabıyla tanıştırayım sizi. İlk kez 12 yaşımda bir ders kitabında okuduğum Abasıyanık’ı öyle çok beğenmiştim ki… Neden bilmiyorum, gidip bir kitabını okuyayım diye düşünmedim hiç. Onun yerine seçme hikayelerden, internetten falan okudum. Bizim sell kütüphanede bulunca bende okudum. “Son Kuşlar” ve “Mahalle Kahvesi” de bana raftan bakıyor. Ah ah sırada ne çok kitap var…

1936’da babasının yardımıyla basmışlar kitabı. Üç ana bölüme ayrılmış kitabın ilk bölümünde İzmir ve çevresinde geçenler, ikinci kısmında İstanbul’dakiler ve üçüncü kısımda da Fransa’da geçirdiği zaman hakkında hikayeler mevcut. Açıkçası bir kez daha hayran kaldım. İçinde bazı hikayeleri zaten biliyordum ama en azından ilk hikaye kitabı bu kadar iyi olmamalıydı. Yalnız bu konuda pek objektif değilim haberiniz olsun, sell sıkıcı bulmuştu.



Defterimde Kırk Suret

Daha önce Beşir Ayvazoğlu okumamış olduğum için büyük bir pişmanlık sardı beni. Bu kitaba aşık oldum resmen. Kapağın renginden, puntosuna kadar her şeyini çok sevdim. (Kapağın rengi tam olarak resimdeki gibi değil onu belirteyim.) Ayvazoğlu’nun üslubu, bakış açısı, her şeyi çok iyi. Başka bir kitabı elime geçtiğinde almak için tereddüt etmem.

95-96 senelerinde Beşir Ayvazoğlu’nun yazdığı 5-6 sayfalık 40 mini biyografiden oluşan kitap üç bölüme ayrılmış. Turgut Özal’dan Hilmi Yavuz’a, Necip Fazıl’dan Ahmet Kabaklı’ya,  Necmeddin Okyay’dan Yavuz Bülent’e, Aydın Menderes’ten Hüsrev Hatem’iye, Ayşe Şasa’ya, Ahmet Turan Alkan’a, Annemarie Schimmel’e, Mustafa Kutlu’ya, İlhan Kesici’ye ve ismini zikredemediğim nice güzel insana… Çok çok çok sevdim!




Ve bir ayı daha böylece geride bıraktık.
Saygılar efendim…

Pazartesi, Mayıs 12, 2014

"Henüz Gençken" Neler Dinlerdim?


Ne cins bir insanım ben de bilmiyorum, hayır.

Geçenlerde bir Rosa’da gördüğüm bir mimin üzerine atladım. Çok teşekkürleeeeer ^.^
Mimin konusu da küçükken neler dinlerdik imiş. Tam da önceki gün o konudan bahsediyorduk B ile ve hoş bir denk gelmeydi bu. Olay bu değil tabi, mimi zorla aldıktan sonra (:P) unuttum! Çok zekiyim bu aralar çoook, öyle böyle değil.

Son birkaç aydır aslında bu konuyla ilgili bir yazı yazmayı düşünüyordum ama tembelliğin gözü çıksın işte. Bu mim vesilesi ile harekete geçmiş bulundum. Yoksa bir bu kadar daha yaşlanıp öyle yazardım herhalde diyerek önzırvalığı burada bitiriyorum.


Bizim evde en sevdiğim eşya, hatta aşkla bağlı olduğumu bile söyleyebilirim kendisine, şüphesiz 23 yıl önce eve girmiş radyomuzdur. Benden daha kadim bir dost anlayacağınız ama konu bu değil. Konu bizim aramızdaki derin ilişki. Çünkü ben kendimi bildim bileli var ve hep böyle merkezde duruyor.

Tabi ben küçük bir çucukken CD falan yoktu, böyle şirin disketler vardı ama onları da çok sevmezdim. Ama tabi radyodan bahsettiğime göre disketler değil meselemiz, kasetler! Ben onlarla kuleler mi yapmadım, kendi yaptığım programları mı kaydetmedim, rulosunu söküp söküp parmağımla yeniden mi sarmadım, ablamla dövüşürken uzun mezilli savaş aleti olarak mı kullanmadım, daha neler neler…

Bunları bir kenara koyacak olursak -ki hepimizin kasetlerle küçümsenmeyek anıları vardır şüphesiz- müzikle tanışmam da yine bu radyocuğum sayesinde olmuştur. Bütün eşyalarına isim veren ben radyoya bir isim verdim mi? Tabi ki hayır! Onun zaten bir adı var: RADYO. Bundan daha kutsal bir isim olabilir mi? :P

Barış Manço ve Cem Karaca. 0-6 yaş müzik geçmişim sadece ve sadece bu ikisinden ibaret, bir de klasik müzikten ve bununla gurur da duyuyorum. Hala zevkle dinlediğim, çocuklarım olursa da dinleteceğim iki isimdir. Sonra başka insanların da olduğunu öğrendim tabi. Çok net hatırladığım şarkılardan biri Murat Göğebakan’ın “Ay Yüzlüm” isimli şarkısıdır. Bir de kanallar Murat Kekili’nin “Bu akşam ölürüm” şarkısı çok çalarlardı. Biz de kaseti yoktu ama gayet net hatırlıyorum şarkıyı, sonradan yasaklandı falan. Onu dinledikten sonra intihar edenler çok olmuş diye. B de bundan bahsettiğimizde dedi ki “Ben de intihar edecek olsam bu şarkıyı dinler öyle ederim.”

Klasik müzik olayı ise şöyle, bizim ailede var bu enstrümantel müziğe duyulan aşk o yüzden şimdi bile arabada dinlediğimiz CD’ler hep klasik ya da enstrümantel müziktir. Herkes başka bir şey ister ama en sonunda herkesin ortak isteği olan klasik müziğinde karar kılınır. O yüzden kendimi bildim bileli dinlediğim bir türdür. Hatta bilmiyorum, klasik müziği dinlemeyenler çok acayip geliyorlar bana, anlamakta güçlük çekiyorum.

Şarkıcı değil ama –gerçi aralarda azıcık var- ama bir de İbrahim Sadri vardı benim için. Onun şiirlerini dinlerken mest olurdum, yaşımı düşününce ne anlıyordum bilmiyorum ama ben şiiri onunla sevdim yani. Ablamın şiiri okuma tarzını bile öylesine etkilemişlerdi ki okulda ona Sadriye derlerdi ve gerçekten de tıpkısının aynısının kopyası idi. Hala İbrahim Sadri dinlemekten inanılmaz bir zevk alırım. Bir gün şair falan olursam eğer onun gibi yazmak isterim. Onun şiiri bir tanedir. :’)


Azıcık daha büyüdüm sonra, 8-9 falan ama o dönem müzikle alakam pek yoktu. Şöyle 10-11 yaşlarında ablamın indirdiği şarkılara bakıp, sevdiklerimi dinliyordum. O ara biraz Sagopa Kajmer dinledim şimdi. O da şöyle oldu, Gölge Haramileri şarkısında Yavuz Selim’den bir beyit vardır. Ben de o aralar Yavuz Selim’le İran’a, Mısır’a sefere gitmekle meşgulüm. Malkoçoğlu ile omuz omuza kılıç tokuşturuyoruz Çaldıran’da. O beyitleri görünce bir duygulandım ben tabi.

“Sanma şahım herkesi sen sadıkane yar olur
Herkesi sen dost mu sandın belki ol ağyar olur
Sadıkane belki ol âlemde serdar olur
Yar olur, ağyar olur, serdar olur, dildar olur.”

Bu şiir Selimi tarafından öylesine ustaca dizilmiştir ki soldan sağa okunduğu gibi yukarıdan aşağı doğru da okunabilir. Şöyle ki;

“Sanma şahım / herkesi sen/ sadıkane / yar olur
Herkesi sen / dost mu sandın / belki ol / ağyar olur
Sadıkane / belki ol / âlemde /serdar olur
Yar olur / ağyar olur / serdar olur /dildar olur.”

Bu oldukça bilinen bir şiiridir Selim’in ama yine de buraya yazmak istedim. Hissettiğim hayranlık duygusunu başka nasıl anlatabilirdim?

Neyseciğime… İşte ben biraz Sagopa dinledim o ara, zaten o ara gençler Sagopa dinleyenler ve Ceza dinleyenler olarak ikiye ayrılıyordu. Şimdi durum ne bilemiyorum tabi, hiçbir fikrim yok hatta. Şimdi Justin severler, 1D sevenler falan diye ayrılıyor olabilir mi? Ne alaka bilmiyorum ama olur mu olur.

Çok geçmeden saldım gitti Sago’yu, kısa bir dönemdi. Sonra ne yaptı bilmiyorum, yaşayıp yaşamadığından bile emin değilim velhasılı kelam. Sonra piyasadaki alternatif rock gruplarını gezme sürecim başladı ki ortaokul hayatım boyunca da devam etti. Şebnem Ferah, Teoman, Yüksek Sadakat falan dinledim. Malt, Redd, Nev gibi çok bilinmeyen gruplar da dinlerdim. Nev sonra biraz popüler oldu sanırsam, emin değilim. Redd’in şarkıları gerçekten güzeldir ama ve sözleri de oldukça iyidir. Duman da dinlemişim sonra… Şuan o klasörü buldum da yazıyorum isimleri.

Cem Karaca ve Barış Manço o dönemde de vardı. Gece Yolcuları dinliyordum biraz. Gripin de dinledim ama Emre Aydın denen herifle bir türlü uyuşamadık, niyeyse çok sinir oluyordum ve şimdi bakıyorum da… Hala sinir oluyorum. Mor ve Ötesi’ni de severdim bakın, grubun ismi de çok güzel gerçekten. 10 üzerine 13 veriyorum. Çok az bir Manga da dinledim ben o ara. Ogün Sanlısoy’u unutmamak lazım çünkü şarkıları çok iyidir onun. Özellikle sözleri beni çok etkilerdi. Ayna vardı sonra, onu da seviyordum. Solistini bir kez olsun gözlüksüz görmedim biliyor musunuz? :D

Bir de Ahmet Kaya vardı. Ama onun yaptığı müzik çeşidine arabesk diyen olursa 250 metre yukarıdan serbest düşüş yaparım üzerine. Çünkü efendim Ahmet Kaya , Ahmet Kayaca söyler. Ona has bir müzik türü ilan ettim ben. Zülfü Livaneli’yle birlikte… O karakteristik ses… Erkek dediğin sesi böyle olmalı diye bir giriş yapmayacağım ama olsa güzel olurdu hani.

Ahmet Kaya dinle ve depresyonun dibine vur, ağır metal falan neymiş ya? Acıyı iliklerinde hissetmek budur. Son üç senedir Ahmet Kaya mp3’ümde yer almıyor, evet ama bunun çok önemli bir sebebi var. Üzerimdeki etkilerine bakarak dinlememin hiç de uygun olmadığına karar verdim çünkü insanın dağa çıkası geliyor abi. Cidden bu isteği veriyor insana.


***

Kavuşmak özgürlükse özgürdük ikimiz de
Elleri çığlık çığlık yanyana iki dünya
İkimiz iki dağdan iki hırçın su gibi akıp gelmiştik
Buluşmuştuk bir kavşakta
Unutmuştuk ayrılığı, yok saymıştık özlemeyi, şarkımıza dalmıştık
Mutluluk mavi çocuk… Oynardı bahçemizde.

Acı çekmek özgürlükse, özgürüz ikimiz de.
O yuvasız çalıkuşu, bense kafeste kanarya.
O dolaşmış daldan dala, savurmuş yüreğini
Ben bölmüşüm yüreğimi başkaldıran dizelere

Aramakmış oysa sevmek, özlemekmiş oysa sevmek
Bulup bulup yitirmekmiş, düşsel bir oyuncağı.
Yalanmış hepsi yalan, yalanmış hepsi yalan
Sevmek diye bir şey vardı, sevmek diye bir şey yokmuş.

Acı çektim günlerce, acı çektim susarak
Şu kısacık konuklukta, deprem kargaşasında.
Yaşadım birkaç bin yıl acılara tutunarak
Acı çekmek özgürlükse özgürüz ikimiz de.

Acılardan arta kalan işte şu bakışlarmış
Buğu diye gözlerinde gün batımı bulutlarmış.
Yalanmış hepsi yalan, yalanmış hepsi yalan
Savrulup gitmek varmış ayrı yörüngelerde.

***

Kazım Koyuncu sonra… Hala çok ama çok severim.  Ve Kazım Koyuncu’nun muhteşem şarkıları olduğunu da belirtmek lazım. Ezginin Günlüğü vardı bir de. “Eksik bir şey”i bana dinletin şurada acıdan ölürüm. Damarıma dokunuyor sözleri, anlıyor musunuz bilmiyorum ama.


"Eksik bir şey mi var hayatımda
Gözlerim neden sık sık dalıyor
Eksik bir şey mi var hayatımda
Gökyüzü bazen ciğerime doluyor

Öyle bir şey ki bu, kolay anlatamam
Atsan atılmaz, satsan satamam
Eksik bir şey mi var, anlayamam
Bak çayım sigaram, her şeyim tamam

Kalksam duraktan dolmuş gibi
Arka koltukta unutulmuş gibi
Terliklerimle, gelsem sana
Sonunda aşkı bulmuş gibi"

Sonra ben biraz daha eskilere kaymaya başladım. Pek bir Erkin Koray dinledim mesela. Pek de bir Erol Evgin dinledim sonra. Eskilere niyeyse çok bağlıyım, yaşlılıktan herhalde bilemiyorum. Erol Evgin dinlerken… Bilemiyorum çok fena duygulanıyorum ben ya. Sesinin rengi olsun, şarkılarının ritmi olsun… Çok fazla ben.


“Gel sen ne çektiğimi bir de bana sor
Sensiz yaşamak neymiş bir de bana sor
Ak düşen saçlarımı bir bir sayarken
Bunca yıl nasıl geçmiş bir de bana sor.”

Nostalji yapmak bana çok kötü etkiler yapıyor. Çok.
Daha dayanamayacağım. Geçeliiiiim!

Ve geçtim. Sahiden sonra liseye geçince Türkçe’yle alakam kalmadı. Ondan önce de bayağı İngilizce dinlerdim şimdi, yalan yok ama toptan veda ettim gibi oldu. Niye İngilizce dinlediklerimden bahsetmediğime gelecek olursak çok da bilinçli dinlemediğim için olabilir. "Bu şarkı güzelmiş, kimin? Haa onun mu? E iyi o zaman." dedikten sonra bir başka güzel şarkıyla karşılaşana kadar herhangi bir teşebbüse geçmezdim. Kendim araştırma huyum yoktu yani.Ve liseye geçene kadar aynı şarkıyı 30 kez dinleyebilenlerdendim. Ve aynı kitabı 5 kez okuyabilenlerden.

Aradan üç yıl geçmiş ama üç yılda ne dinlediğimi sormayın söylemem çok çok zor olur. Çünkü ben “Heil rock!  Ölsün pop!” insanı değilim. “Hiphop da neymiş klasik müzik varken?” insanı da değilim. Ben Metallica’dan sonra Akon, Vivaldi’den sonra Block B, Zaz’dan sonra Hey!Say!Jump! dinleyen biriyim. İşte tam da bu yüzden müzik klasörümde 10 dilde 12 binden fazla şarkı var. Ve bir de indirmeye üşendiğim için internetten dinlediğim 200 kadar sanatçı var. Yani şuan şu saniye dinlediğimden fazlasını söylemem mümkün değil. Ve şuan sıradaki şarkım Nell’den “Grey Zone” benim gibi kulağına hoş gelen her şeyi dinleyebilenlere gelsin! :P


Bu da böyle acayip bir yazı oldu işte. Keyaki, Düda, Bir Garip Şeyma ve Dördüncü Tekil Şahıs benim bu seferki kurbanlarım :') Mimlendiniz bayanlar! 

Ve görüşmek üzere!


Cuma, Mayıs 09, 2014

Yazamayan Adam Hikayesi


Bir hikayeyi yazarken seversiniz. İlk okuyuşunuzda hala seviyorsunuz ama düzeltilmesi gerektiğini biliyorsunuzdur. İkinci kez okuduğunuzda beğenmezsiniz. Belki on kere geçersiniz üstünden ve hikaye yeniden gözünüzde güzelleşmeye başlar. Çok iyi olmadığını bilirsiniz ama benimsemişsinizdir artık, sizden bir parça olmuştur. İşte bir hikaye ancak o zaman "sizin hikayeniz" olur. Yazmak sahip olmak için yeterli değildir. Ne çok hikaye vardır benim yazdığım ama bana ait olmayan...


Bir buçuk ay sonuçları bekledim, zaman girince araya unuttum gitti. Aklıma her geldiğinde umudum biraz daha kırılmış buldum kendimi. Önce umursamaz bir tavırla "girerim herhalde ya..." diye düşünürken zamanla bu söyleniş "kesin giremeyeceğim..." oldu. Ama insanın içinde hep bir umut vardır, bilirsiniz. Kendinizi ne kadar kötüye hazırlamaya çalışsa da hayal kırıklığı kaçınılmazdır. Üzgün olmadığımı, umurumda olmadığını söyleyemeyeceğim. Çünkü umurumda ve gerçekten üzgünüm. 


Çok uzun zamandır bir şeyler karalıyor olmama rağmen çok az bir süredir yazdıklarımı paylaşabiliyorum. Her zaman daha erken olduğunu düşündüm. Henüz okumam gereken yüzlerce kitap vardı. Dolmadan taşamazdım ve öyle diğer yüzlerce yazardan biri olmak da istemiyordum. Okuyucum olup olmaması önemli değildi, ben iyi yazmalıydım. Sadece bunu düşündüm. İyi yazmalıyım... Bunun için belki 40 yıl beklerim, önemi yok. Bu hayatta uğruna yaşamaya değer bir amaç bulmak istedim. "Aradığım mükemmelliğe ulaşmak" bu şekilde benim hedefim oldu. Belki hiçbir zaman ulaşamayacağım ama bu da önemsiz bir ayrıntı. Umut etmek güzeldir çünkü, insanı ölümden kurtarır.  


Ve işte tam da bu yüzden üzgünüm. Diğer insanların ne düşündüğünü biliyorum; "Önünde daha uzun yollar ve yıllar var..." Henüz on yedi yaşındayım demek isterdim ama ufak bir yaştan bahsetmiyoruz, hayır. Otuz yedi demekle on yedi demek arasında bir fark yok benim için. İnsanlar bunu anlamıyor işte, tipik bir ergenlik bunalımı olduğunu düşünüyorlar. Ama insan oturduğu yerde yaşlanmaz. Sadece okuyarak da tecrübe kazanılmaz. Yaşamadan bilinmez bazı şeyler ve insanlar nedense küçük yaşta da tecrübe edinilebileceğine inanmaz. Çünkü rakamlarla yaşar yetişkinler, kaç yaşında diye sorarlar, babası kaç para kazanıyor? Eğer yüksek bir rakam çıkmazsa cevap veren ağızdan, küçümsemek gerekir.


Pek çok şey kazandım ve pek çok şey da kaybettim. Pek çok şey öğrendim ve pek çok şey de unuttum. Pek çok kez öldüm ve pek çok kez dirildim. Şimdi buradayım, yaşlıyım, yorgunum, hastayım ve önümde uzun yıllar da yok. Bu yüzden sabırsızım ve acele etmek durumundayım. Bu hayattan neredeyse hiçbir beklentim yok. Elimdekilerle yetinmeyi ve onlarla mutlu olmayı öğreneli çok oldu. Bir yanım bunu hak etmediğimi düşünüyor. Kıl payı kaçırılmış bir derece olduğunu söylediler. Komik... Bunun bir teselli olabileceğini mi sanıyorlar? Şununcu ya da bununcu olmak hiçbir konuda umurumda olmadı, ödül ve ceza sistemlerine karşı çıkıp durdum hayatım boyunca. Kendimle yarıştım, başkalarıyla karşılaştırıldığımda duymazdan geldim. 


Tek bilmek istediğim nasıl yazdığımdı. Ne seviyedeydim, ne yapmam gerekirdi? Gerçekten mümkün müydü amacıma ulaşmam? Hikayemi okuyup ne düşündüler bilmiyorum ama en azından sorularıma bir cevap vermelilerdi. Farklı bir tarzda ilerlerken düşündüm bu ihtimali, belirli bir olay örgüm yoktu ya da toplumsal bir mesaj vermiyordum, hayır. Ben durum hikayesi yazmak istiyorum ve yazdım. Kelimelerimi özenle seçmem gerekiyordu ve seçtim. Biri beni eleştirsin istedim... Ama kimsenin ruhu duymadı bunların gerçek birer soru olduğunu. 


Dönüp "Bu bana ne kattı?" diye soruyorum ve cevap derin bir sessizlik. Bu bana ne kattı? Bu diğer yarışmacılara ne kattı? Üzgünüm çünkü zamanımı boşa harcamış gibi hissediyorum. Üzgünüm çünkü hala nerede olduğumu bilmiyorum. Üzgünüm çünkü ölmeden önce amacıma yaklaşabilecek miyim yoksa şimdiki gibi nerede olduğumu bilmeden sürüklenip gidecek miyim, belirsiz...


Bu hayatta belki en nefret ettiğim şey bilinmezlik. Ve bu da benim hikayem.



Cuma, Mayıs 02, 2014

Bir Şehrin Cesedi Üzerinde Gezmek

Dahası hala hayattayım.

Bu geziye katılmamın tek nedeni arkadaşlarımla güzel anılara sahip olmaktı. Çok sıkılsam da sanırım bu konuda başarıya ulaştım. :’) Ve bir de güzel fotoğraflar çekmek tabi ki. (Fotoğrafların hepsi şahsıma aittir.)

Ha bir de hiç de karamsar bir yazı olmamasına rağmen başlık niye böyle oldu emin değilim ya...

Hayatımda hiç yatta unutulmamıştım. E bari iki fotoğraf çekeyim :D

Ve anlatmaya başlıyorum.

İlk günümüz saat 6’daki uçakla İstanbul’a giderek başladı. Kahvaltıyı Süleyman Şah Üniversitesi’nin Kartal’daki yerleşkesinde (Hayriye Dumankaya Yerleşkesi) yaptık. Üniversiteyi şöyle bir kabataslak turladıktan sonra ufak bir seminer verdiler. Açıkçası üniversiteden ayrılırken herkeste “Ben buraya geleceğim,” havası hâkimdi. Butik üniversite yani az sayıda öğrenciye sahip olması, çok temiz olması ve mimarisinin süper olması hepimizi etkiledi. Özellikle DÜ, son güne kadar üniversitenin adını ağzından düşürmedi, gittiğimiz her yeri onunla karşılaştırdı. İllallah ettik. :D

DÜ’den aranot: Süperdi süper.

Bundan sonra bir tv kanalına gittik ve Üsküdar sokaklarında boş boş yürüdük. Kayda değer bir şey olmadığı için bu kısmı atlıyorum. Sadece parka gidip bir güzel çimenlere yayıldığımız söyleyebilirim. Ayaklarımı da önümdeki çama diktim. Ne rahat, ne huzurluydu!

Sıradaki durağımız ise Marmara Üniversitesi’ydi. Maltepe’deki merkeze gittik. Toplamda 14 farklı yerleşkeyle İstanbul’un dört bir yanına dağılmışlar falan filan neyse bunlar beni ilgilendirmiyor. Genel olarak üniversite beni ilgilendirmiyor çünkü beğenmedim. I-ıh, olmamış, yapamamışlar bunu. Büyük konuşmak istemiyorum ama hiiiiiiç düşünmüyorum Marmara. Hiç yani.

Eğitimini bilmiyorum tabi ama bahçeleri güzeldi. Lakin lavaboları pislik götürüyor. Bir tane lavabo bulana kadar bütün Fan-Edebiyat fakültesini yürüdük. Baktım olmuyor birine soralım dedim. Sonra baktım bir odanın girişinde bir tutam saç, B’ye dönüp:
-“Şu kıza soralım.” Dedim. Bu sırada saçların sahibi dönüp şöyle bir baktı… Baktı yani, erkekmiş meğersem. Rezilliğin dik alası olduk mu? Ama bu daha başlangıçtı. 5 gün boyunca rezil olmadığımız yer kalmadı neredeyse. Sonra bulduk mu bulduk ama bulmaz olaydık. Midem kaldırmadı, psikolojim bozuldu kafayı yiyecektim neredeyse.

Neyseki bunun ardından Çamlıca’ya çıktık da rahatladım. Adını unuttuğum bir yerde yemek yedik. Lakin ikinci bir rezillik de orada gerçekleşti. Garsonlardan birinin fena halde alay konusu olduk. Ne zaman yanımızda geçse bize bakarak güldü. Üstelik onunla ilgili bir şey değildi bu! Ne diye kulak misafiri oluyorsun arkadaş? Zaten oradaki domates muhabbetinden sonra hemen her öğünde DÜ
 ve B domatesleri önüme koydular. Domatesçibaşı olarak döndüm İstanbul’dan.

DÜ’den aranot: Pastırmalı börek güzeldi. Mideye inene kadar.

Bahar gelince her yer harikulade çiçeklerle dolmuştu. Hepsi aynı çiçek de olsa kimilerine göre zilyon tane resim çektim ve bundan dolayı mutluyum huzurluyum. :’) DÜ ile ormanda atlayıp zıplayarak bir Yeşilçam filmi bile çektik asdadasdasd Çamlıca’da çooook eğlendim ve bir de edebiyatçıların gözünden bakmayı denedim. Tanzimat döneminin vazgeçilmez mekânlarından biri olması boşuna değil kesinlikle. ;) Çamlıca’yı seviyorum!

Oradan da Kızkulesi’ne hadi bakalım dedik.  Kaç yüz tane resim çekildik bilemiyorum artık. Ama çok güzeldi ya… O tam güneş batarken o saatlerde orada olmak duygu dolu ama üzmüyor, hava soğuk ama üşütmüyor, kalabalık ama boğmuyor, hareketli ama yormuyor…

Ve birinci günün sonu. Pert olmuş bir şekilde eve geldik, iki gibi uyuyup yedide uyandım. O zaman o gecenin en iyi uyuduğum gece olacağını bilmiyordum.

2. GÜN

Kahvaltıyı “Paşa Köşkü” isimli restoranta gittik. Gazi Osman Paşa’nın adına binaen bu isim verilmiş. Çok güzel bir bahçeye sahipti gerçekten de. Hava güneşli olsaydı bahçede oturmanın zevki ayrı olurdu ama maalesef yağmur sonrası olduğu için sadece gezebildik. Kedi, köpek ve ördekler vardı. Böyle bir yeri işletmek zevkli olabilirdi. Neyse, boş konuşuyorum.

Bu pozu yakalamak çok hoşuma gitti ^.^

Sıradaki durağımız Vialand’di. Kızlar resmen cılkımı çıkardılar orada. Şuna da binelim buna da binelim derken öldüm. Kayıklı ve botlu bir takım oyuncaklar da vardı. Bir güzel ıslandık mı? Nasıl saydırıyoruz… “Kim bindirdi bizi buna? Kimin fikriydi lan bu? Oha ayakkabım da sırılsıklam, yavaşşş be! İç çamaşırıma kadar ıslandım oğlum!”

Sanırım en çok 360’da eğlendim. Çünkü efendim bir kere bir şeyin parçası gibi hissetmiyorsunuz, sonra düşüş hissini falan çok güzel veriyorlar. İndikten sonra B’dan onu da bindirdiğim için bir parça dayak yemiş olsam da çok eğlendiğim kesin. Ha bir de şu galaksi denilen trenlerden vardı. Ona da bindik. Ama pek bir zevk alamadım çünkü inanılmaz kısa sürüyordu. Zaten bendeki odunluk yüzünden neye bindiysem suratımdaki ifade aynı. Resmen şu ifadenin canlı versiyonuyum >>    -.-

Daha sonrasında ise bizi alışveriş yapalım diye bıraktılar ben de D&R’a dadandım. Biraz da Viaport’tan alırım diye sadece 3 kitap aldım ama bakın Viaport’ta başıma ne geldi. Neyse, oraya gelince anlatırım. Dertliyim kederliyim.

Oradan sonra bizi Fatih’e götürdüler. B ile Fatih Camii’ni gezdikten sonra –ki yıllardır devam eden ama bir türlü ilerlemeyen restorasyonu beni deli ediyor- caddede yürürken B hanımefendinin tuvaleti gelmiş olduğu için bir WC arayıp durduk. Yürü babam yürü, ayaklarıma kara sular inmiş, ölüyorum. Biraz daha devam etsek beni sürükleyerek götürecekler ama çiş bu, beklemez. Allah’tan bulduk da kötü durumlar yaşamadık.

Bu serbest bırakılan zamanda pek çok kişi, hatta öğretmenlerimizden bir tanesi de kaybolmuş. Dahası B de sürekli yanlış yoldan gittiğimi iddia ederek benim yönümü değiştirmeye çalıştı ama bu konuda kendimden emin olduğum için sözüne itibar etmedim. Bu yüzden de kaybolmadık. Ama hanımefendi bundan da memnun olmadı. “Ya Yağmur ne güzel biz de kaybolacaktık işte!”

3.GÜN

İlk durağımız akvaryum oldu. Bilmiyorum ben de mi odunluk var yoksa insanlar mı fazla romantik? Ya da şöyle sorayım, evet ben de odunluk var ama insanlar da fazla romantik değil mi? Ne bileyim deniz aşığı bir insanımdır. Bütün yazlarımı deniz kıyısındaki bir evde bisiklet sürüp, yüzerek geçiririm. Ama ne bileyim, etkilenmedim işte. Su, balıklar, eee? Hepsi bu kadar işte. Güzeldi evet ama neden etkilenmem gerekiyor, anlamadım.

Bahçedeki çiçeklerden daha çok etkilendim ben şahsen :D

Sonra Panorama’ya gittik. Ve ben de artık gittiğim yerlere bir daha gitmekten usanmış bir şekilde arabanın içinde oturup kitap okudum ve aramam gereken yerleri aradım. Çok iyi de yaptım, kendimi tebrik ediyorum. Buradan sonra da Ortaköy’e gidip kumpir yedik, sahaflara girdik, Korelileri takip ettik ve boş boş gezdik. Oradan yat gezisine çıktık ama bilin bakalım ne oldu? Bizi unuttular! 4 kişi inemedik, bir de oradan Eminönü’ne geçtik. Neyseki bildiğim bir yer, 4-5 saat gruptan ayrı gezdik tozduk eğlendik. Gezinin en zevk aldığım bölümü işte bu kısım oldu.

Tam olarak bu girişte karşılaştık :D
Önce Eminönü Yani Camii’nin girişinde bir “Mehmet Emin Yurdakul” beni benden aldı. Hayır, aslında şöyle oldu. DÜ sürekli adam dönüp baktı, adam da doğal olarak dönüp bize baktı ama DÜ arkasını dönmüş olduğu için adamla bakışmak zorunda kalan kişi bendim. Bu sırada B ve T neredeydi bilmiyorum. Her neyse! Adam çok güzel resimler çekiyordu. Şuan mesela yüzünü hatırlamıyorum ama Mehmet Emin yani, fantastik bir öge oldu resmen çocuk. :D

Bu arkadaş öyle ahım şahım yakışıklı falan değildi. Ben zaten yakışıklı sevmem, ben şirin de sevmem, çok karizmatik de sevmem. Ben zeki severim arkadaş, bilgili olsun, azıcık da komik olsun canımı yesin. :P Yani adamın tipinde bunlar da yoktu ama ben elektriği aldım işte. Nasıl desem böyle akıllı ve güçlü bir karakter hissettim diyelim. Sonra adam camiye girdi ve giriş o giriş. Mehmet Emin’i gözlerimin önünde yitirdim. Yüzünü onu dışarıda beklerken de hatırlamıyordum aslına bakarsanız ama kendi giydiklerimi bile hatırlamayan ben onunkileri hatırlıyorum. Siyah, uzun ve bol bir gömlek, açık kahverengi bir pantolon ve converse.

Böylece DÜ’nün Süleyman Şah’ı ve benim de Mehmet Emin’im dilimize pelesenk oldu. Hala adını anıyorum keratanın. Peki bu isim nasıl ortaya çıktı? Ben önce adı Mehmet olsun dedim, sonra burası Eminönü madem Mehmet Emin olsun, Mehmet Emin olmuşken de T atlayarak “Mehmet Emin Yurdakul olsun bari,” dedi. Ben de “Olsun ulennn!” dedim. :D Böylece Cenge Giderken 2’yi yazdık. :D

Kapanmasına iki dakika kala B ile Mısır Çarşısı’na girdiğimizi de unutamayacağım. Ve neredeyse kovulduğumuzu tabi, ya da çıkışı gösterince adam ben öyle hissettim. Ama iki dakikada da mısır çarşısı gezilir yani, olmaz değil. :D

4.GÜN

Sabahın köründe o soğukta Eyüp’te çektiklerimi anlatmayacağım hayır. Soğuk aklıma geldikçe dişlerim zangırdıyor zaten. Millet Pierre Loti’ye teleferikle çıkarken ve otobüsün arka beşlisinde uzanmış regl sancısı çekmekle meşguldüm. Sonra oradan bir Beylikdüzü falan yaptık biz kaptan amcayla, sonra ben bir tuvalet ararken baştan aşağı sırılsıklam oldum falan ama bakın yine iyi günümdeyim onları da geçiyorum.

Gelelim ondan sonraki durağımız olan Minyatürk’e… Açıkçası pek çoğunu görmüş olmama rağmen bu yapılara üstten bakmak kesinlikle farklı hissetiyor. Ve bazı ayrıntılara bayıldım. Örneğin Balıklı Göl’ün maketinde de havuzun dibinde para vardı! Muhteşem bir fikir! Gerçi oldukça yağmurlu bir gün olduğu için maşallah ülkeyi sel götürüyordu. :D

Sonra Somalililerden hala adını öğrenemediğim bir kızla Sultan Ahmet yürüyüşü yaptım. Kızla bayağı samimiyiz, utancımdan adını da soramıyorum ama bilmiyorum da! Ne rezillik! Sonra yemek yedik, ondan sonra da Topkapı’ya… Rehberle gezmenin farkını görmüş olduğumu rahatça söyleyebilirim. Kesinlikle rehbersiz gezmeyin, öncekine göre inanılmaz lezzet aldım. Ve bir kez daha “VAY BE!” oldum. Ve utandım, utanmalıydım. Osmanlıca bilmediğimiz için hepimiz utanmalıyız.


Sonra yeniden Sultanahmet’e döndük… Oradan Süleymaniye’ye geçtik ama hava karardı tabi. Süleymaniye ve çevresi ise o saatte Danimarkalı arkadaşın deyimiyle “creepy” idi. Gerçekten de bir sürü ara sokak, dükkânlar kapanmış, sadece sokak lambaları, devasa bir cami ve aniden ortaya çıkan adamlar… Biz de hadi bir manyaklık yapalım diyerek ara sokaklara daldık Danimarkalıyla. Tırsıp zaman zaman geri dönsek de çok eğlenceliydi. Özellikle bir sokaktan geçerken karşıdan iki tane genç bize doğru geliyorlardı. Biri zaten dar olan sokakta yaylana yaylana yürüyerek elindeki sigarayla bilmiyorum ne halt yiyordu. Biz tabi sokağın bir kenarına sinip yürümeye çalışıyoruz. Üç buçuk olmuşuz. Diğer genç bağırmaz mı? “Kızları korkutma gerizekalı!”


5.GÜN

Fatih Üniversitesi’nde harika bir kahvaltı, cidden çok iyiydi. Yine de DÜ hala Süleyman Şah diyordu ama biz o kısmı montajda attık, kusura bakmayın. Sonra bize bir seminer verdiler, tercihlerimizi nasıl yapmamız gerektiğini konusunda özellikle. Ardından mühendislik isteyenleri, onu isteyenleri bunu isteyenleri ilgili kişilere yönlendirdiler. Biz de Rektör yardımcısı olan amcaya gittik. Kendini Ankara üniversitesi mezunuymuş, medeni hukuk dersi veriyormuş. Hakkında kötü bir şey yazmaya da korkuyorum şuan, malum geleceğimiz belirsiz. :D Onunla konuştuktan sonra şöyle bir hukuktan soğumadım değil ama sonra yeniden bütün bölümleri düşününce hukuk gözüme iyi görünmeye başladı. Ve… BENİM DERS ÇALIŞMAM LAZIM!!!

Ondan sonra Emirgan’a gidecektik ama trafik izin vermedi. Sapphire’e gittik. Orada pek bir şey yapmadık, orayı da atıyorum. Oradan Viaport’a geçtik, bütün Viaport’u keşfettim ama D&R’ı bulamadım. Halbuki… Halbuki… Önünden iki kez geçmişim!!! Sen kitap alama, hevesin kursağında kalsın iyi mi? İntihar sebebi yahu bu.

Gerçi zaten sonra havaalanına gittik. Orada da Danimarkalı’yla sadece İngilizce konuşup, Türkçe bilmiyormuşuz gibi davrandık ama ne kadar eğlenceliydi anlatamam. Danimarkalı yemek yiyecek ve canı fast food istiyor. Gidip restoranlara soruyoruz ama saçma salak cevaplar veriyorlar, boş boş bakıyorlar… Tam rezillik. Hayır, orada zilyon tane turist var insan azıcık da olsa İngilizce öğrenmez mi ya? Öğrenmezmiş demek ki. Bu pisliği bir daha yapmayı düşünmüyorum yeterince kötülük yaptım.

Ve işte buradayım, hala hayattayım!


SON OLARAK;

Genel olarak İstanbul'a her gelişimde aynı şeyleri görmek ve hissetmek beni çok üzüyor. Dersaadet'ten geriye içi boş bir kabuk kalmış... Öylesin ruhsuz, öylesin mekanik ki... Bu şehir çoktan ölmüş.... 

Ve ben her gidişimde bir cesedin üzerinde yürüyormuşum gibi hissediyorum.