Pazar, Haziran 29, 2014

Mayıs'ta Okuduklarım


Çok şükür Haziran bitmeden şu yazıyı yayınlayabildim. Geç olsun güç olmasın diyeceğim ama dün geceden beri internetsiz kaldığımdan onu da diyemiyorum. Bu modemlerdeki hassaslık beni öldürüyor.

HO CHI MINH, SEÇME ŞİİRLER


Kimdir? Vietnam bağımsızlık hareketinin önderi ve Vietnam Demokratik Cumhuriyeti'nin ilk başkanı olan Ho Chi Minh, halkı tarafından sevgiyle "Ho Amca" olarak anılır. Vietnam'da, o dönemde Fransız Çinhindi'nin egemenliği altındaki Nghe An'da doğan Ho Şi Minh'in asıl adı Nguyan That Thanh'dı. -vikipedi

Adamın hayatını öğrenince kitabı okumak için büyük bir heyecan duydum ama sonra... Bu kitabı okurken eğlendiğim kadar hiçbir şiir kitabını okurken eğlenmedim, açık ve net. Tamam güzel şiirler de yok değil ama insan her yaptığından şiir yazar mı? "Geceyi Lungjuen'de Geçirmek Üzere Durmak" "Kocasını Hapishanede Görmeye Gitmek" "Pirinç Dövülürken Dinlemek" "Muhafızın Çaldığı Bastonum" "Hapishane Avlusunda Yürümeye İzin" vb. Bunlardan o kadar çok var ki gülmekten yıkıldım.

"FİYATLAR
Bir tencere pirinci kaynatmak 60 kuruşa
Bir bidon kaynar su bir yuana patlar
Bir yuan altmış kuruşluk bir şeye karşılıktır
Hapishanede işte böyle saptanmakta fiyatlar"

Tabi ben bu şiirleri okuyunca müthiş ilhamla doldum (!!!) Başladım şiir yazmaya, bakın nasıl harika, nasıl duygulu bir şiir... Ama tamamen doğaçlama, o anda uydurdum. O yüzden bu kadar duygusal asdasdsadasd Yanımda da B vardı, o kadar çok güldük ki...

"Güneş yansır masanın üzerindeki su şişesine,
Ve belki yüzüne oradan insanlığın  
Bütünü sade olmayan bir kek...
Hemen çaprazında bir şiir en afilisinden,
Kafa karıştıran kelimelere denk"

(Söz konusu şiir Edip Cansever'in Umutsuzlar Parkı, "Kafa Karıştıran Kelimeler" ise Rasim Özderenören'in o sırada masamda duran kitabı. Keke gelince, ben karışık kek sevmem. O yüzden yememiştim, kalmıştı.)

AHMET HAMDİ TANPINAR, MAHUR BESTE

Ahmet Hamdiciğimin Sahnenin Dışındakiler ve Huzur’la birlikte bir üçleme oluşturan romanı olmaktadır kendisi. Üçlemenin ilki kabul edilmekle birlikte ilk kez Tanpınar öldükten 13 yıl sonra basılmış. Ama bu “mahur beste” Tanpınar’ın bütün romanlarında leitmotiv olarak yerini almış. Örneği Huzur’u okuduğumda da Sahnenin Dışındakileri okuduğumda da yine bu mahur beste karşıma çıktı, adeta bir karakter…

Kitapta Behçet Bey’den yola çıkmış ama maşallah oradan oraya derken bütün sülalesini ayrıntılı bir şekilde anlatıyor. Açıkçası okurken sıkıldım, hayal kırıklığına uğradım falana son deme geldiğimde Tanpınar öylesine harika bir şekilde bitirmiş ki ağzım açık kaldı, gülümsedi ve bütün moralim yerine geldi. Tanpınar’ın idolü Paul Valery’ymiş, Paul Muad-Dib’inki de Tanpınar olabilir. :D Yalnız Ahmet Hamdi’yi okuyup da onu sevmeyen bir yazar tanımadım, herkesin feyvırıtı ya, çok popüler adam. :D
 
AHMET HAMDİ TANPINAR, HUZUR

Ahmetciğimden girmişken devam edeyim dedim. Huzur genel olarak favori Tanpınar romanı olarak seçiliyor. Mümtaz ve Nuran’ın aşkını anlatıyor gibi görünmekle birlikte başkarakterlerin bulunduğu ortamlarda edilen sohbetler çok çarpıcı konularda. Özellikle İhsan ve Suat’ın diyalogları harikaydı. (İhsan’ı Sahnenin Dışındakiler’de de görünce heyecanlandım, çok sevmiştim çünkü.) Sık sık Mümtaz’da kendimi buldum. Nuran’a ise uyuz olmakla meşguldüm. Okurken sürekli “En çok bunu mu sevdiniz yani?” diye söylendim durdum. Finalde ise “Ov yeee sexy&free single ready bingo!” moduna girdi. (Ne zaman sevinsem bu şarkıyı söylerim.) Çok iyi olmanın yanı sıra esas mesajı kapmış olduk, yine Mahur Beste’deki gibi bir son dakika vuruşuydu ve gooooooooooooollll!!!

HENNING MANKELL, RÜZGÂRLARA SÖYLEYEN

Benim çok sevdiğim bir kitap vardı, adını burada zikretmeyeceğim çünkü efendim bu kitabı okuyan birini tanımadım, kitapçılarda da rastlamadım. Çok etkilendiğim bu kitap biraz bana ait gibi, anlarsınız ya, o yüzden dediğim gibi adını zikretmeyeceğim. Şimdi ben yine en sevdiğim kitapçıma gitmiştim, birden bu bana özel olan kitabı gördüm, yanında da “Rüzgârlara Söyleyen” vardı. Size komik gelebilir ama sırf yanında durduğu için bu kitabı aldım ve de okudum.

Açıkçası kendimi tebrik ediyorum çünkü çok güzel bir kitaptı. Biraz araştırınca bu kitabın da pek bilinmediğini gördüm. Elimden geldiği kadar anlatmak isterdim ama yapabileceğimden emin değilim. Uzun süre etkisinden çıkamayacağınız kadar güzel ve etkileyici bir kitap. Sokak çocuğu Nelio’nun hikayesi diye özet geçmek mümkün ama bu oldukça sığ bir anlatım olur. Bence… Okuyun.

“Ama dilencilerin bile kendilerine bir kimlik bahşeden işaretleri vardır; sokak köşelerinde ellerini, sanki biri alıp götürsün diye toptan vermek ya da parmaklarını teker teker satmak istermişçesine yola doğru uzanan diğerlerinden ayırt edilmelerini sağlayan işaretleri. ‘Rüzgârlara Söyleyen’ olarak tanınan hırpani heriftir José Antonia Maria Vaz. Dudaklarım dinlemeye kimsenin hazır olmadığı bir hikaye anlatırcasına gece gündüz aralıksız oynar.”

WILHELM REICH, DİNLE KÜÇÜK ADAM

O kadar güzel bir kapağı var ki ben de B de ayılıp bayıldık. Göre herkesin de çok hoşuna gitti. Rengi, tasarımı, üstünde yazanlar çok hoştu. Gel gör ki içi boş bir kitaptı. B zaten rahatsız olup yarım bıraktı, eğer ben de yarım bırakabilen bir insan olsaydım bırakırdım. 

Peki Reich kimdir? Yirmili yaşlarında Freud’la çalışmış bir psikanalist ve psikiyatri tarihinin de en radikal isimlerinden biriymiş. Ben bunları kitaba başladıktan sonra öğrendim. Açıkçası bazı fikirleri beni oldukça rahatsız etti. Hoşnut değilim diyerek bu kitaptan konuşmayı kesiyorum.

HASAN AKTAŞ, HALLACI MANSUR OKULU VE MİSYONU

Hallac-ı Mansur’un kim olduğunu bilirsiniz, bilmeseniz de muhakkak adını duymuşsunuzdur. Ene’l Hakk (Ben Hakk’ım) demesiyle yaşadığı dönemde insanların tepkisini çekmiştir. Kitapta ise edebiyatta nasıl yer aldığını, şairlerin nasıl etkilendiğini vs. anlatmış. Hemencecik bitti ama ben çok beğendim. Hemen her şair en azından bir mısrasında Mansur’dan söz açmış ve Hallac-ı Mansur bir mazmun haline gelmiş. Şiirleri de derinleştirmiş, bir şiir de ben yazıp, Hallac’a atıf yapayım istedim. :3

MUALLİM NACİ, ÖMERİN ÇOCUKLUĞU

Derste sürekli adı geçtiği merakımı pek celbetmişti. Muallim Naci’yi de sevdiğim için rafta görünce aldım, pek bir inceydi gerçi, ne zaman başladı ne zaman bitti bilmek mümkün olmadı pek ama benim hoşuma gitti. Ahmet Rasim’in üslubuna benzettim biraz ama tabi Ömer daha çok şair. Ha bu arada Muallim Naci’nin gerçek adı Ömer, kendi anılarını yazmış yani. Bitirirken de “Kimin ne dediği umurumda değil yazmak istedim yazdım,” havasında bir cümle kullanmış. :D

ASAF HALET ÇELEBİ, BÜTÜN ŞİİRLER

Asaf’çığımın şiirlerine eskiden beri bayılırım. Pek çoğunu da önceden okumuştum zaten. Şiir dedin mi tamam, benim tarzım yazıyor adam. Çok etkileniyorum niye bilmem demeyeceğim, etkileyici olduğu aşikâr çünkü. :D Bununla birlikte şiirlerinin arka planını bilince etkisi artıyor. Her şiir öyledir diyeceksiniz, doğru ama bazıları daha çok. Om Mani Madme Hum’um Santriskçe’de Budistlerin kullandığı bir mantra olduğunu bilmezseniz, bunun ne işi var burada diye sorarsınız doğal olarak. Ya da şiirde adı geçen arkadaşların, hangi halk hikayesinde geçtiğini bilmezseniz, şair ne demek istemiş burada diye sorar, sorduğunuzla da kalırsınız. Demek istediğim Asaf Halet kısa yazar ama derin yazar, vurucu bir şekilde bitirir, öyle kalırsınız benim gibi. :D

ANTOV ÇEHOV, HİKÂYELER

Durum hikâyesi okumaktan da yazmaktan da ziyadesiyle zevk aldığımı belirtmiştim. Eh durum hikâyesinin dünyadaki en büyük öncüsü de bildiğiniz üzere Çehov. Ünlü öykücüleri genelde sağdan soldan okuyoruz ya da en iyi ihtimalle derlemelerini. O yüzden insanın aklına ben bir Çehov derlemesi okuyayım falan demek gelmiyor haliyle.

Bu kitap hakkında çok fazla bir şey diyemeyeceğimi düşünüyorum. Durum hikayesi sevenler için çok hoş bir deneyim olacak. Bununla birlikte son zamanlarda Türk yazarları okurken daha fazla zevk aldığımı fark ettim. Daha iyidir demiyorum elbette ama Sait Faik’ten aldığım tadı alamadım. Özüme dönüş yaşıyorum gençler, bunca yıl yabancı yazarlar okuduktan sonra artık çok da zevk almamaya başladım. Sadece romanda belki…

ŞEFKET RADO, EŞREF SAAT

Kitapseverlerin aşık olduğu birkaç yayınevi vardır. Bunların en başında da YKY gelir zannımca. (Benim favorilerim YKY, Ötüken, İş Bankası, Can, İletişim, Dergah, Timaş… Bir de Metis’in romanları çok iyi oluyor. Ama kitabımı yazdığımda Ötüken ya da Dergah’tan çıkmasını isterdim. Onlar da beni bekliyorlardı zaten!) Neyse, konuyu açmamın nedeni YKY’nin babası Şefket Rado’dur. –Bakış açısı değiştirme numaraları vol.34567876543-

Esasen popüler İstanbul radyocusudur Şefket Rado. (Bir de Orhan Pamuk'un eniştesi) Tabi o yıllarda şimdiki gibi değil radyocular… Radyodaki konuşmaların yaptığı bir derleme Eşref Saat. Aynı zamanda sınava hazırlananlar bilir, edebiyatımızda söyleşi/sohbet türündeki en önemli eserlerden biridir. Muhtevasına gelecek olursak o günün şartları içerisinde belki ilginç gelebilirmiş insanlara ama bugün için mmm pek sayılmaz. Kişisel gelişim okumayı seviyor ve duyduğunuz şeyleri ikinci kez duymaktan sıkılmıyorsanız okunabilitesi var. Ama ben bu iki şarta da uymadığım için bir süre sonra daraldım.

MEHMET NURİ YARDIM, SAFİYE EROL KİTABI

Esasen bu kitabı şu göndermeyi beceremedikleri hikâye yarışması için almıştım. Mehmet Nuri’nin daha önce “Edebiyatımızın Güler Yüzü” isimli bir kitabını okumuştum ve çok hoşuma gitmişti. Yarışmaya serbest atlayış yapmamın nedeni de esasında odur.

Genel olarak olumlu yönlerinin daha fazla olduğu bir eserdi. Kitabın boyutu, kapağı, sayfaların rengi, tasarımı, her sayfada bulunan bir film şeridi halinde resimler, ünlü edebiyatçı ve araştırmacıların hakkında söyledikleri, yalnız hayatından değil eserlerinden de uzun uzun bahsedişi hoşuma gitti. Bazı meseleleri tekrar etmesi ise rahatsız ediciydi. Sanki tashih edilmemiş gibi duruyordu. Ketaki Çiçeğiyle ilgili efsane ise en hoş ayrıntıydı…




YAHYA KEMAL BEYATLI, ESKİ ŞİİRİN RÜZGARIYLE

Esasen Yahya Kemal ne divan edebiyatı taraftarıdır ne batı edebiyatı. Döneminden bağımsız olarak kendi çizdiği yolda ilerlemiştir. Yahya Kemal’in kendisini gösterdiği esas şiir kitabı “Kendi Gök Kubbemiz”dir. Bu kitapta ise yazdığı gazel, şarkı gibi divan edebiyatı türlerini toplamıştır. Pek çoğunun konusu tarihi olaylar aslında. Hepimizin muhakkak bir yerlerden duymuş olduğu “Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden…” de bir şarkısıdır misal. –Çok sevdiğim bir şiir olduğu için anma ihtiyacı duydum.- Yahya Kemal sevdiğim bir şair olduğundan bütün eserlerini okumayı düşünüyorum. 74 basımını evde bulunca eski kitaplara da olan aşkım yüzünden okuyuverdim. Yoksa aslında sıralamada yoktu. :’)

YAHYA KEMAL BEYATLI, EĞİL DAĞLAR

Yahya Kemal eserleri okuma isimli olmayan etkinliğimizde okudum. En hacimli eseri olmakla birlikte, nesir olduğu için içeriğin çok da önemli şeyler arz etmediği konusunda hemfikirim. Her ne kadar dönemin olaylarını o an yaşayan birinin gözünden okumak farklıysa da Yahya Kemal benim gözümde her şeyden evvel bir şairdir. Sosyal ve siyasi olaylar hakkında yazdığı yazılar ise şairliğinden ziyade politik yönünü ortaya koyduğu için hoşuma gitmedi. Söyleyeceğim bu kadar hakim bey.

AHMET TURAN ALKAN, ÜÇ NOKTANIN SÖYLEDİĞİ

Bu adamla çok ilginç bir ilişkimiz oldu. (Ben kitap okurken okumakla kalmayıp birebir yaşadığım için… Film izlerken falan öyle olmam mesela ama kitap okurken kendimi kaybediyorum.) Hem çok sevip, hem de çok kızdım. Kızmamın nedeni çok acımasızca eleştiriyor olması ve her şeyi eleştiriyor olmasıydı. Sevmemin nedeni eleştirilerinde haklıydı ve üslubundaki kinaye çok eğlenceliydi. :D Kitabı okurken çok öfkeliydim ama sonra sevdiğime karar verdim, şuan diğer kitabı Altıncı Şehir’i okuyorum mesela. O yüzden diyorum ya ilginçti diye. Ve sanırım tavsiye edeceğim kitabı.^^

VIRGINIA WOOLF, DENİZ FENERİ

Deniz Feneri kaybedilen bir mutluluğun anılarda yeniden canlandırıldığı olağanüstü bir romandır. Ramsay ailesi her yıl yaz tatillerini İskoçya da ki yazlıklarında geçirirler bu tatillerin sonsuza dek süreceği duygusu hepsini sarmıştır. Çocuklar için cennetten farksız olan bu yaz evinde yetişkinler sık sık sonsuzluğu anımsatan zaman parçalarıyla karşılaştıkları hissine kapılırlar. -idefix

Woolf’un otobiyografik romanımsı bir eseri. Aynı zamanda en çok bilinen ve beğenilen eseri. Gerçekten başından sonuna kadar olayları öyle farklı bir üslupla anlatmış ve ilahi bakış açısını en ufak ayrıntıda bile ustalıkla kullanmış ki sıra dışı bir konuyu ele almamasına rağmen sıra dışı bir eser ortaya koymuş. Ben bu tarzı gerçekten çok beğendim.

RASİM ÖZDENÖREN, ÇÖZÜLME

Rasimciğimin bütün eserlerini okumaya karar vermiş olmama rağmen bu konuda pek istikrarlı değilim. Çünkü efenim aynı zamanda onlarca yazar daha okumaya karar verdiğimden biri oluyorsa diğeri olamıyor. Yine bir öykü kitabı, bu sefer daha realist, daha dokunaklı  hikayeler. Kitaptaki en iyi hikaye de kitaba adını veren son hikayeydi. Rasimciğimi okumaya son sürat devam ediciğim tabi ki. Kimse beni caydıramaz! (Sınıf arkadaşım S bir kitabından çok sıkıldığım için antirasimci oldu da, ne zaman okusam “ya bırak şunu” diyor. :D)

ÇİN HİKÂYELERİ

Bu iki kitabı arka arkaya okuduğumdan içim dışım Çin oldu. Açıkçası kitabın ön kısmındaki açıklamaları okuyunca çok ilgi çekici göründü gözüme ama sonradan darlık bastı. Bizim Dede Korkut hikayeleri gibi biraz. Bir kere hikayelerin çoğunda kahramanımız bilgeler. Bir de cinler periler yer almakta. Artık gerçekten Çinlilere çok mu kafayı takmışlar geçmişte, ne yapmışlarsa… Bilseniz ne kadar çok var cin peri faktörü. Bir de normal insan gibiler yani. Ben bizim hikayelerimizi tercih edeceğim, çok sıkıldım bunlardan çünkü!

ARİF NİHAT ASYA, BİR BAYRAK RÜZGÂR BEKLİYOR

Asya’nın bazı şiirlerini çok sevmekle birlikte sanırım pek benim tarzım değil. Hani biliyordum adamın coşku dolu olduğunu ama bu kadar da fazla. Bu enerjiyi, coşkuyu nasıl bünyesinde barındırıyor yahu? Velhasıl kelam okurken şiştim. Miili nazım şeklimiz dörtlük, milli ölçümüz hece olabilir ama ben bu ikiliyi çok da tutmuyorum sanırsam, hadi 11’liyle yazılınca oluyor da 7’li 8’liler falan cıks. Sonracağıma pastoral şiirleri de genel olarak sevmediğimi iyice fark ettim. Bana ne dağdan bayırdan diyesim geliyor. Tabi şuan çok memnuniyetsiz göründüğümün farkındayım ama yaşlılık işte, insan daha da uyuzlaşıyor. Son olarak; annemin en sevdiği şair olan Arif Nihat Asya’ya saygılar… Gerçek bir şiirle bitiriyorum.

Adamlar Bilirim Sönük
Adamlar Bilirim Çürük
Adamlar Bilirim Rozetleri
Yüreklerinden Büyük.

Adamlar Bilirim Coşkun
Adamlar Bilirim Durgun
Adamlar Bilirim Adları
Boylarından Uzun

Adamlar Bilirim İri
Adamlar Bilirim Ufak
Adamlar Bilirim ki Sözleri
 Eserlerinden Parlak…

Adamlar Bilirim Anlamamış
Anlamayacak Ne Olduğunu
Adamlar Bilirim Dolduramamış
Dolduramayacak Koltuğunu…

Adamlar Bilirim Yamuk Eğri…
Adamlar Bilirim Maskara
Adamlar Bilirim Elleri

Eldivenlerinden Kara… 

Çarşamba, Haziran 25, 2014

eski bir kâbusun yeniden ortaya çıkışı: gapdongi



Yılın en iyi polisiyesi olur bence… Dizileri takip etmediğim için ve etmeyeceğim için kesin konuşmak zor ama iyi diziydi şimdi. Atlamadan izledim diyemem ama meraktan duramıyordum, ne yapayım? 

Lee Joon’un psikopat rolü oynadığı bir dizi varmış diye duyduktan sonra diziyi izleme kararı aldım ama benim dizi izleme kararlarım pek istikrarlı olmadığı için haftalar geçti. Sonra bir ara ultradiziizleyicim olan Deniz Ürünü’ne bahsettim, şimdiye kadar tanıdığım K-fanları içerisinde drama konusunda en geniş kapsamlı bilgiye sahip kişi diyebilirim. Kendine has bir dizi izleme yöntemi olmasına bağlıyorum bunu.

Neyse, birkaç gün sonra yanıma geldi ve “Çok güzeeeeeel, harikaaaaa” nidaları eşliğinde diziye ayılıp bayıldığını, hatta hiç sarmadan izlediğini söyledi ki bu gerçekten yeni bir çağ açabilitesi olan bir vukuat. Derken derken birlikte diziyi takip etme kararı aldık. Bu süreçte Gap Dong ile yatıp kalktık, psikolojimiz alt üst oldu ve ben hayatımda ilk kez birden fazla dizi takip ettim. Çünkü efenim bölümleri sindiremiyoruz, üstüne bir şey izlemek lazım geliyor.

Neyse yazıyı iki bölüme ayıracağım, ilki henüz izlemeyenler izlesin diye tanıtımvari olacak, ikinci bölüm izleyenler için kritik gibisinden. Yani ikinci bölüm spoilerın dibi anlamına geliyor.  (Bu arada dizi pilim de bitti, zar zor izliyorum. Şiştiiiiim! Doctor Stranger ve You’re all Surrounded’ı tamamlayamayacağım diye çık kırkıyorum. Flower Grandpas her türlü biter de.) edit: bir tek flower grandpas izlendi.


I.BÖLÜM

Dizinin gerçek bir hikayeden yola çıktığını söyleyerek başlayalım. Dizide Iltan seri cinayet davası olarak geçen dosya aslında Iltan’da değil Hwaseong’da yaşanmıştır. Güney Kore tarihinde en utanç verici ve en ünlü faili meçhul davadır. 15 Eylül 1986 ile 3 Nisan 1991 yılları arasında yaşları 14 ila 71 arasında olan on kadın bağlanmış, tecavüz edilmiş ve öldürülmüş olarak bulunmuş. Çoğu kendi çamaşırlarıyla bağlanmış ve boğulmuş. Ele geçirilen kanıtlara göre katilin yirmili yaşlarında B kan grubu bir erkek olduğu saptanmış. En sonunda davada çalışan memur sayısı iki milyonu ve şüpheli sayısı ise 21.000 civarını bulmuş. On beş yıl sonra, 2 Nisan 2006’da, dava aşımı nedeniyle dosya kapatılmış. Katilin kim olduğu hala bilinmiyor.

Bu dosyayla ilgili iki yapım baş göstermiş. Biri 2003 yapımı Memories of Murder, diğeri ise şuan bahsettiğimiz dizi olan Gap Dong. (Dizide aynı zamanda filmden de esinlenilmiş.)

Memories of Murder’ı dizi onuncu bölümde falanken izledim. Deniz Ürünü’yle birlikte akşam vakti izlediğimiz için DÜ bayağı bir korktu. (Hatta eve göndermedi beni.) Başrollerinde Song Kang Ho ve Kim Sang Kyung’un yer aldığı film gerçekten harikaydı.  Hatta o kadar iyiydi ki aradan beş-altı hafta geçmesine rağmen hala düşündükçe fena oluyorum. Kült filmler kategorisinde değerlendirilebileceğini düşündüğüm bu yapım zaten 25 tane ödül almış toplamda. Diziyi izlemiş olabilirsiniz, izleyecek olabilirsiniz, umurunuzda olmayabilir ama bu filmi izleyin. Muhakkak izleyin. Her saniyesi muhteşemdi.

Film o dört küsur yıllık süreçte yaşanan olayları konu alırken dizi ise bulunamayan katili kendi kendine tanrı edinen bir psikopatın cinayetlere yeniden başlamasını anlatmış. Katil sayısı artınca olaylar çok daha karışık bir hale geliyor. Cinayeti kimin işlediğini bilmek her şeyi çözmüyor…

KARAKTERLER:

Ha Moo Yeom (Yoo Sang Hyun)


Secret Garden’ın Oska’sını başka bir rolde daha izlemediyseniz bir anda karşınızda manyak bir dedektif olarak bulunca alışamazsınız. Ama ben araya bir I Hear Your Voice sıkıştırmış olduğumdan çok da yadsımadım. Orada da avukattı mesela. I Hear Your Voice demişken, aynı yönetmen. Bence bu adamla Oska kesin kankalar. Bir de Cheongdamdong Alice’in yönetmeniymiş.

Dedektif Ha daha çok “Deli Keşiş” lakabıyla bilinen, hafif kafadan çatlak bir tipleme. Her polisiye dizide var olanlardan hani. Babası Gap Dong davasında şüphelilerden biridir ve yine bu dava sürecinde ölür. Küçük Ha da gerçek Gap Dong’u bulmak için dedektif olur. İlk bölümler dosyanın amiri olan Korkunç Kaplan’la didişir dururlar. İkisi de Gap Dong’a hayatlarını adamıştır.

Yang Chul Gon (Sung Dong Il) 


Korkunç Kaplan dediğimiz bu adam gerçek Gap Dong davasında da, taklitçinin davasında da sorumludur ve kafayı bu davayla bozmuştur. Ona göre herkes şüpheli, herkes potansiyel Gap Dong’dur. İlerleyen bölümlerde Dedektif Ha’nın babasıyla çok kötü anıları olduğunu görüyoruz. Sanırım en çok bu adamın mutlu olmasını istiyordum, gerçekten çok acı çekti. En çok ona üzüldüm.

Oh Maria/Kim Jae Hee (Kim Min Jung)


9.cinayetteki tanık –ve tek tanık- olan ve en yakın arkadaşı ölen Jae Hee aradan geçen uzun yıllar sonrasında psikiyatr olmuştur ancak Gap Dong’u hala unutamamıştır elbette. Dahası bu olay kadının dengesini de bozmuş. Ne demek istediğimi izleyince anlayacaksınız. Onca psikopata rağmen bence dizideki en dengesiz kişi Dr. Oh Maria’ydı. Hala bulunamamış olan Gap Dong’un  hapishane kliniğinde olduğuna dair bir dedikodu çıkınca Gap Dong’u bulmak umuduyla orada çalışmaya başlar.

Ryu Tae Oh (Lee Joon)


Gap Dong’un taklitçisi olarak cinayetleri yeniden başlatan psikopatımız Lee Joon’du. Ryu Tae Oh, hapishane kliniğinde Gap Dong’un cinayetleri nasıl işlediğini öğrenir ve çıktıktan sonra da tarih sırasında göre, aynı yöntemlerle kadınları öldürmeye başlar. Rough Play’de de çok iyiydi, bu dizide de harika bir oyunculuk sergiledi. Ayıla bayıla izledik kendisini. Gerçi kendisine oyunculuğu için on üzerinden bir buçuk vermiş ama... Bakışlarının çok iyi olduğunu düşünüyordum, fazlasıyla boş bakıyor, psikopat olmak için ideal. Sonra dikkat edince fark ettim, gözlerinin rengi çok koyu. Kimsenin gözü %100 siyah değildir ama Lee Joon'unki neredeyse öyle. Bu da gözündeki pırıltıları daha gizemli yapıyor. Bence bu onun için büyük bir avantaj olmuş.

Lee Joon'dan senaryo okuma dersleri...


Ma Ji Ul (Kim Ji Won)


Diziye renk katan insan! Bu kız olmasa gülemezdik açıkçası. *Dedi dizinin en ciddi anlarında gülüp duran Paul* Hayatını kurtardığı için Ha’ya minnettar ve aşık. Çizimleri ve webtoonlarıyla göz dolduruyor. Ryu Tae Oh’tan modeli olmasını istediğini gülmüştük. Herkes bu ikilinin birlikte olmasını istedi. Peki, ne oldu? Söylemiyorum. Ha bir de nasıl ağlak bir kızım Allah’ım, her bölüm ağlanır mı? 

Cha Do Hyuk (Jung In Ki)

Dosyada çalışan diğer bir şef, Korkunç Kaplan Gap Dong’u bulamazsa dosyanın başına geçecek adam. Aynı zamanda küçük Ha’ya ağabeylik etmiş, mülayim bir adam. Gençliğini Kim Hyun Woo diye bir adam oynuyordu, biz çok sevdik gençliğini.

Han Sang Hoon (Kang Nam Gil)

Maria’nın üvey babası, Ha’yı büyüten adam ve profilci. Bu adamla alakalı pek çok şey yarım kaldı bende ama çok da mühim değil sanırsam. Diğer oyunculara girmiyorum.

MBLAQ'ten sayko bakışlarla tam destek. 
Bu da manyak Yonghwa'nın destekleme şekli  


II.BÖLÜM

Spoilerın dibi olan bölüme geldik, izlemeyenler okumasın pliz atenşın. 
Ayrıca bu kısımda bol Joon gifi göreceksiniz uyarayım.


Her şey güzel başladı, sonra daha da güzelleşti. Ryu ile Ji Ul olsun istediler ve herkese göre olacaktı da. Ben de olsun istedim ama bir yandan da “Kalıbımı basarım olmayacaklar,” dedim ve de olmadı. Hatta o kadar çok dediğim şey oldu ki bir ara “Acaba senarist ben miyim?” diye düşündüm. Ryu’nun öleceğini söylemekten dilimde tüy bitti zaten. İdam cezası olur, intihar olur, ne olur bilmem ama bir şey olur ve muhakkak ölür. Ve de öldü, hem de bir bir başka taklitçi tarafından. (O çocuk da tatlıydı bakın, böyle katillere… Neyse neyse yeterince psikopat sevdim ben.)


   



   


  

Ji Ul’un da vicdan azabından ölmesini istiyordum çünkü efenim sonradan fena halde kafamı kızdırdı benim. Tutturmuş bir keşiş diye… Anlayacağınız üzere deli keşişi hiç sevemedim efendim. Maria’ya da uyuz oldum. Hele bu ikisinin aşkı çok sıkıcıydı. Son sahnede Ryu, Maria’nın kucağında ölünce “Keşke Ji Ul olsaydı” falan dediler ama ben Maria olmasından memnundum. Ohh has oldu sana, sen misin daha öncesinde çocuğu ölüme terk eden? Yaşa bakalım şimdi bu acıyla.


Daha en başlarında Ji Ul ile Oh Maria arasında bir kay-pay-po olacağını tahmin etmiştim, hatta Maria’nın kazanacağını da söylemiştim. DÜ şahidimdir, otuz kez söyledim bunu. Ve gerçekten en iyi sahneler Kay-Pay-Po sahneleriydi. Daha sonradan biz de oynadık üç kişi; Ben, Deniz Ürünü, Metüriç. O kadar komik ki, Metüriç ne olursa olsun kaybetti, daimi kaybeden oldu. Hiç şansın yok, dedik biz de ona. Taş Kağıt Makas oynamamalı. 





Gap Dong’un muhtemel sonu  hakkında yanıldım. Ben filmdeki gibi kanıtlanamaz ya da herhangi bir nedenden dolayı ceza verilmez diyordum. Nitekim ölmeden de yırttı ama hapiste olduğu için hayal kırıklığı yaşadım. Benim muhtemel sonum daha etkileyiciydi. Ama şu yeni taklitçi olayını beğendim. Gap Dong’lar ölmez, cinayetler bitmez mesajını almış olduk. Bu arada diziyi izlerken DÜ’nün en merak ettiği şey Gap Dong’un nasıl durmuş olduğuydu. “Bence öldü.” Diyordu. Ben de şey demiştim: “Durduğuna nasıl karar veriliyor ki? Ceset bulunmamış olması durmuş olduğunu göstermez. Hiç bulunamayan ceset niye olmasın?” Nitekim sonunda gerçekten de durmamış olduğunu, cesetleri gömdüğünü görmüş olduk.

Bir de şu dissosyatif çoğul kişilik bozukluğu meselesi var ki, benim uzman olduğum alan olur bu kısım. Aslında ben affluenza (Zenginlikten gelen bir hastalık gibi, ben daha çok rahatın batması diyorum.) denilmeden önce ÇKB’yi Lee Joon için düşünmüştüm. Ama sonra Cha kaptı benim fikrimi. adasdsadasd  :D Ve çoklu kişilik bozukluğu meselesi ilk ortaya çıktığı anda “Değil, kullanıyor. Değiiiil, sizi kandırıyor.” diye çemkirdim. Bu bölümleri DÜ ile birlikte izlemiştik, o da “Belki öyledir ya…” dedi. Sonra ben de durdurup, ona “Avukat” filmini anlattım. Ama George Clooney’nin oynadığı film değil, başka bir tane. Çok iyi bir filmdi o da. O sahneler resmen o filmden çarpılmış gibiydi, DÜ’ye ne anlattıysam az sonra dizide oldu.

Sonra da "Ben demiştim" diye güldüm 
Ryu’ya dönersek final bölümünde kazandığını, gerçek Gap Dong’un o olduğunu çünkü nasıl durabileceğini bulduğunu falan söylemişti. Ben biraz buraya takıldım sanırsam, gerçekten Ryu durabilir miydi? Yoksa aynı uçakta olduğu gibi, kafası kızdığında kendini dizginleyemeyip birilerini öldürecek miydi? İnsanlar artık iyi olduğuna ve durduğuna inandılar ama bence yaşamaya devam etseydi durmazdı. Gerçekten özgürlük ancak ölümle gelebilirdi onun için. Ve Ryu’nun öldüğü sahne bence en iyi sahneydi. İkinci olarak ise eski polis memuru, gap dong şüphelisi ve kendisinin gerçek gap dong olduğunu iddia eden delinin Korkunç Kaplan’a bağırdığı sahne muhteşemdi. En etkileyici sahneler bunlardı bence.

Son olarak Suç ve Ceza olayı çok iyiydi. Ama Ji Ul’un Sonia olamayacağı gibi, Ryu da Raskolnikov olamazdı. Onda o vicdan yok. Diziden sonra Suç ve Ceza okumaya başlayan ve bu süreçte her bölümden sonra ertesi gün görüşecek olmamıza rağmen yerinde duramayıp beni arayan -hatta bazen bölümün yarısında- izleyeceğim anlatma diye yalvarmama rağmen anlatan, daha sonrasında benim ona zorla anlattırdığım, birlikte Lee Joon'a fangörllük yaparak "çook tatlııııı" diye yerimizde duramadığımız, her zaman güldüren DÜ’ye saygılar&sevgiler… 

Hadi güle güle...


Pazar, Haziran 22, 2014

Pencereden Baktıktan Sonra Sorguya Tutulmak Mimleri


Öncelikle yaşanan gecikmeden ötürü Sıla’dan özür diliyorum ama son günlerde ben ne zaman bilgisayar başına otursam saat çok geç olduğundan pencereden bakınca insan göremiyorum. (Mimin konsepti pencereden baktığında gördüğün kişileri anlatmak) Bir de hazırda bekleyen yazılar vardı falan filan. Teşekkürlerimi sunduktan sonra ilk mime geçiyorum.

***

Biri genç, biri orta yaşlı iki adam yokuştan aşağı iniyorlar. Orta yaşlı adamın saçları erkenden dökülmüş ama gücü kuvveti yerinde, belli. Geniş omuzlu biri ama boyu çok uzun değil. Yürürken kollarını sallıyor, hararetle bir şeyler anlatıyor diğerine. Mavi kareli bir gömlekle kot pantolon giymiş. Sağ elinde pizza kutusu var yanlış görmüyorsam. Eh, onuncu kattan bakıyorum sonuçta, emin olmak zor.
                            
Genç olan ise diğerinin aksine uzun ve çelimsiz… Rüzgâr şiddetini biraz arttırsa uçacak gibi sallanarak yürüyor. Siyah bir tişört giymiş ve koyu renk bir kot. Diğer adamın söyledikleri umurunda değil, sağa solu inceliyor yürürken. Bir elinde uzunca bir sırık, fırça sapı gibi, bilemiyorum, döndürüyor. Açık renkli saçları taranmış. Ne düşündüğünü anlamak zor. Derken gözden kayboluyorlar…

***

Gelelim diğerine, mimlenmekten ziyade mimlettim diyelim. Ama sorular çok komik ve de eğlenceliydi, blogun sahibi de isteyen alsın demişti, ne yapabilirim?? :D Sorular taramalı tüfek gibi olduğundan yaparken sorguda gibi hissedebilirsiniz ama endişelenmeyin, no problem!


1) Açık ilişki hakkında ne düşünüyorsunuz?

-Çok güzel şeyler düşünüyorum diyemeyeceğim çünkü açık ilişki nedir ne değildir bilmiyorum. Ama yine de çok hoş şeyler çağrıştırmıyor bana. (Evet, benim içim fesat.) Yani bence gizli ilişki daha marjinal duruyor, boş verin açığı maçığı.

2) Eşcinseller arasında marka takıntısı var mı? Giyimine özen gösteren sadece eşcinseller mi? Dar pantolon giyen biri hakkında hemen eşcinsel bu diye düşünür müsün? Örneğin iç çamaşırı alırken aldıklarına dikkat eder misin yoksa don olsun derli toplu tutsun mu?

-Marka takıntısı olan her insanın eşcinsel olmadığını düşünürsek, hayır diyorum, bunun cinsiyetle ne ilgisi var, onu da anlamadın zaten.
-Şimdi eğer dar pantolon giyene eşcinsel yaftası yapıştıracak olsaydım bütün K-pop piyasasını göçük altında bırakmam gerekirdi. O yüzden bu soruya hahahahahihihhihih diye gülüyor ve geçiyorum.
-Ben alışveriş yapmam desem? Başkalarına aldırırım her şeyimi.

3) Küçükken bebek oynamayı sever miydin? Evcilik oynamayı sever miydin? Daha çok kız arkadaşın mı vardı erkek arkadaşın mı?

-Evet, bebeklerimle tarzancılık oynardım.
-Cık, öyle bir ortamım da olmadı zaten.
-Erkek. Yılan Hikayesi ya da Matrix oynardık. Ablamla baş başa kaldığımızda ise komandoculuk.

İlk kahramanım Neo'dur benim...

4)Genelde yabancı müzik mi dinlersin? Müzik tarzın nedir? Dans etmeyi sever misin? Bacağını 180 derece açarak oturabiliyor musun?

-Evet, neredeyse her zaman.
-Bu soru bana sorulur mu ya? Klasik müzikten rocka, hiphoptan caza kadar her türü dinlerim. (Aşırı avantgard rock, saf dubstep ve house dışında.)
-Dans etmeyi yerine göre, kişisine göre, çalan şarkıya göre severim.
-150’de kalıyorum. :D

5) Fantezilerin var mı?

- Yazar olmak, sessiz sakin bir yaşam sürmek, devasa bir kütüphane… 
Ne var? Fantezinin kelime anlamı hayal değil mi?

6) X'ten Next olur mu? Sevgili ile arkadaş kalınabilir mi?

-Ayıdan post, Rus’tan dost, X’ten Next, sevgiliden arkadaş olmaz. 

7) Pisuvar takıntınız var mı? Beden eğitimi dersleriyle aranız nasıl?

-Şimdi erkek olmadığımı düşünürsek…
-Bu seneye kadar harikaydı, bu sene yaşlılığın verdiği tembellikle beş kat aşağıdaki sahaya inmeye üşendiğimizden beden derslerini ekerek geçirdik. Ama normalde top görünce çıldıran bir insanım, hasta da olsam, yürüyemesem de top görünce adrenalin patlaması yaşayarak canım çıkana kadar oynuyorum.

8) Sizce eşcinseller narsist midir?
 

-Fena takmış mim sahibi eşcinsellere, valla bu meselelerin birbiriyle alakadar olduğunu hiç sanmıyorum. Kimin narsist olduğuna gelince; “Ben narsist değilim,” diyen kişidir efenim, saygılar sunuyorum.

9) Bir harem kur deseler haremine alacağın tek kişi?

Tek bir kişi mi? Tek mi? Sadece bir tane mi? Ben kız olduğum için haremlik değil de selamlık kursam olmaz mı? Ama yok ben yine harem kurayım çünkü “tek” diyor. Halbuki benim selamlığım haftalık olarak yenilenir. O yüzden hatunlardan hatun seçeceksem… Bu kişi K-pop’ın Kraliçesi BoA olur. Beat of Angel diye bilinir ama benim gözümde Best of Asia’dır. Şimdi BoA'ya olan sevdamı dile getirerek buraları doldurmak istemiyorum. So;



Bu mimin de sonuna geldik. Bu iki mimle Şeyma’yı, LoverK’yi, Düda’yı, Shiru’yu, Keyaki’yi mimlemek istiyorum. İsterseniz birini yapın, isterseniz ikisini yapın, isterseniz de hiç yapmayın. Seç beğen al usulü yaşayın gençler, görüşmek üzere!

Çarşamba, Haziran 04, 2014

Bir Günün Sonunda Arzu


Aslında başlık sadece “pişmiş tavuk” olacaktı ama ben olanlar hakkında düşünürken canım “bir günün sonunda arzu” yapmak istedi. Ahmet Haşim'in belki en sevdiğim şiiridir bu. Yazının sonunda göreceksiniz.

Normalde genellikle belli bir şeyler hakkında yazıyorum. Dizi, film, müzik, kitap ya da her neyse.  Daha fazla halka mal olan şeyler yani. Benim hayatımdan insanlara ne ki diye düşünüyorum. Zaman zaman yazdığım oluyor tabi ama ne zaman bir şey yazmak istesem “neden?” diye soruyorum kendime. “Kalabalık yapmaya gerek yok.” Zaten mim yazarken hep kendimizden bahsediyoruz. Yine de belki rahatlamamı sağlar diye ümit ediyorum. Belki de daha çok sıkıntı verir. Mümkün. Şuan yine boşboğazlık ediyorum farkındayım ama üzgünüm bu sefer zırvalamayı kesmeyeceğim. :D

Şimdi efenim, ben bu millete sahne fobim olduğu gerçeğini bir türlü anlatamıyorum. Hayır hayır ben anlatıyorum da niyeyse bir türlü anlamak istemiyorlar. En sonunda sahneye çıkıp kalp krizi geçireceğim de ancak o zaman rahat edecekler.

Geçen seneden beri ne zaman bir tiyatro ya da skeç olsa hemen bir rolü bana yaftalayıveriyorlar, üstelik figüran falan olsam belki olur diyeceğim ama… “Hocam benim sahne fobim var yapamam, hocam sahne fobim var, hocam yapamam…” Dilimde tüy bitti. Korkunun üstüne git diyor herkes ama demesi kolay tabi, yüzümün nasıl alev alıp, kıpkırmızı kesildiğimi, başımın dönüp, gözlerimin karardığını bir ben bilirim bir de Allah! Oradan konuşmak kolay! Sınıfta bile kendimi bildim bileli hep en arkada oturmuşumdur, ön sıralarda oturmaya tahammül bile edemiyorum adam bana sahneye çık diyor… Gel de sinirlenme!

Örneğin; edebiyatçı ortada Mehmet Akif yapacak birini arıyormuş, beni görünce bir anda “işte Mehmet Akif!” diye bağırmaz mı? Benim suretimde Mehmet Akif’i nasıl buldu aşırı derecede merak ediyorum. Halbuki benim sahne fobim var ve o da bunu biliyor ama bir türlü inanamıyor. Başka Mehmet Akif olacak kişi yokmuş –bak bak bak sen- oynamazsam iptal edecekmiş. Suçluluk duygusu mu hissettirmeye çalışıyorsunuz acaba? Yok efendim sağ olun ben almayayım. Oynamadım ve de iptal oldu ama otuz kez açıklama yapmak zorunda kaldım.

Dönem sonu geldi tabi, kurslar kapanıyor. Ben de yine keman kursuna başlamıştım. (Evet yine ve yine. Dört oldu.) Belki her ders beyefendiye sahne fobim olduğunu söylemişimdir. Ama sanırsam o da inanmamış. –Ne çektim be!- Sene sonu gösterisinde çalmak ister miymişim? Başımı hayır anlamında hızlı hızlı salladım. Niye diye sordu, açıklama yaptım. Tipik korkunun üstüne git nasihatleri, ben de gidince ne olduğunu anlattım. Beş on dakika geçti, “Çalmak istemediğine emin misin?” Değil mi beş dakikaya geçti sahne fobim benim de zaten.

Geçen hafta da yine edebiyatçı şiir okumamı istedi, belki 300. kez “Hocam benim sahne fobim var.” dedim. “Biliyorum ama inanamıyorum.” demez mi? Alnımın çatısından vurun beni. Ödül almaya bile kendim çıkmıyor, yerime başkasını yolluyorum, şaka mısınız siz? Geçen gün de tarihçiden D sınıfına gitmek için istedim –ders işlemiyorduk- o bana cevap yerine “Paul senin için harika bir şeyim var. Osmanlı Günü yapacağız.” Tabi ben anladım işin içinde bir sahne meselesi var. “Hocam benim sahne fobim var.” dedim hemen, slogan haline gelmişti. Şaşırdı hoca “Ama olmaz ki senin gibi tarihi seven birinin nasıl sahne fobisi olur?” –Burada koptum, Allah aşkına ne ilgisi var ya?-

“Yazmalık bir şey varsa onu yapayım hocam.” Dedim, hay dilimi eşek arısı… Ne diye kaşınıyorsam acaba? Neyse, bu zekiliğimin (!) sonucunda iki tane skeç yazmak zorunda kaldım. Birini yazarken ertesi gün iki tane sınavım vardı. Ötekisini okulda yazdım, hocanın bilgisayarını aldım ama şarjı yok. Mevcut priz tahtayla kapının arasında. Sıramızı oraya çekmek zorunda kaldık. Sınıfa girmek için kapıyı açıyorsunuz karşınızda sırada oturmuş biri bilgisayarla uğraşan diğeri uyumaya çalışan iki öğrenci. Pek de hoş bir görüntü değil tabi…

Önceki gün sanırım, evet evet. Edirne Valiliğinin düzenlediği bir yarışma için bir hikaye yazmıştım. Bu sefer Maupassant tercih ettim ve konu itibariyle de biraz jüriye oynadım denebilir, kabul. Ama bunun nedeni bunu düşünerek seçim yapmam değil. Zaten ne zaman hikaye yazacak olsam günlerce “bana konu bulun konu konu konu…” diye söylenip duruyorum. Milletin de burnundan getiriyorum tabi, orası ayrı. Ama serbest bir hikaye yarışması da olsa başlıktaki şu kısım bana ilham verdi; “Safiye Erol’u Anma” Ben de kimmiş diye araştırdım ve ilgimi çeken yönleri oldu. 20.yüzyılın ilk yarısında yaşamış bir bayan yazar. Makedonya göçmeniler ve annesi  de Bektaşi Dervişi üstelik! On üçünde eğitimi için Almanya’ya gitmiş ve bilin bakalım ne okumuş? Felsefe. Eh, Almanya’da okuyacaksan ya hukuk ya da felsefe okuyacaksın zaten.  Tam bu noktada Safiye’nin Türklükle ya dinle bir alakasının kalmadığını düşünmek mümkün, hatta yüksek ihtimal. Ama insanları şaşırtmakta üstüne yok Erol’un.

Neyse, ilginç bir hayat hikayesiydi ve okuduğum anda kafamda kurgu belirdi. Ben de yazdım. Sonra da gittim Mehmet Nuri Yardım’ın Safiye Erol Kitabı’nı aldım ve kontrol ettim yazdıklarımı gerçekle çelişmesin diye. Bu sefer biraz daha klasik bir üslup takınıp, modern tarzdan sakındım. Herkes tarafından çok beğenildi, ayılındı bayılındı ne var ki “benim” diyebileceğim hikayeler arasına katılmayı beceremedi. (Bundan daha önce bahsetmiştim: “benimsemişsinizdir artık, sizden bir parça olmuştur. İşte bir hikaye ancak o zaman ‘sizin hikayeniz’ olur. Yazmak sahip olmak için yeterli değildir. Ne çok hikaye vardır benim yazdığım ama bana ait olmayan...”)

Neden bilmiyorum ama insanların çoğu benimsemediğin hikayeleri daha çok seviyorlar. İnsanlar hızlıca okuyabilecekleri şeyleri seviyorlar sanırım, anlamak için çaba sarf etmeyecekleri ve okurken kendilerini olaya kaptırabilecekleri. Tabi ki, romanlar neden bu kadar satış yapıyor? “Yukarı doğru çıktıkça azalan bir okur piramidi var…” diyordu Sevinçgül, sanırım kastettiği bu. Ben neyi tercih edeceğim dersiniz? Bunu zaman gösterecek. Demek istediğim şey yanlış anlaşılmaz umarım, bahsettiğim kişilerin içerisinde bol bol okuyan –ama roman tercih etmeyen- annem ve edebiyat öğretmenlerim de var. Neyse ki karar vermek için zamanım çok. :D

Konuya geri dönersek, hikayeyi son gün gönderdik. Ama pişmiş tavuğun başına gelmez derler ya, yanlış yere göndermişler hikayeyi. Edebiyatçı ağladı üzüntüsünden daha ne diyeyim… Bana nasıl söyleyeceğini de bilememiş. Bununla birlikte nedenini ben de bilmiyorum ama üzülmedim, hatta beceriksizliklerine ve şansıma (!) güldüm. Kendimi gerçekten anlamadım ama. Niye kızmadım, hayal kırıklığına uğramadım ya da başka herhangi bir şey… Ne olursa artık. Güldüm geçtim resmen ama üzerinde hayli uğraştığım bir şeydi. Nasıl bu kadar umursamaz olabilirim? Her neyse, benim yerime arkadaşlarım sayıp sövdüler hocaya. Öğretmen de şaşırdı biraz tabi size ne oluyor gibisinden, neyse amaaaaan öyle işte. :D

Ne çok konuştum ben yine? Anlatacak ne çok şeyim varmış ve hala da var üstelik. 

Birine söylemek istediğim şeyleri de söyleyeyim bari. Aslında bunu okuyacağından emin değilim, eskiden olsa mesajın yerine gideceğinden emin olurdum. Şimdi… Hmm… Pek sanmıyorum ama kısmet diyelim. Ve özellikle belirteyim, kimse üzerine alınıp beni sinirlendirmesin. O biliyor kendini, sen! Uçurtma! Evet evet sensin muhatabım. Sadece sen.

***


Bunu buraya niye yazıyorum bilmiyorum, neden birden açıklama yapmak ihtiyacı hissettim? Geçen bilgisayarımdaki dosyaları düzenlerken yazdığın kısacık(!) notlara rastladım, belki de o yüzden. Keşke hep öyle kalsaydı aramızdaki ilişki. Beni herkesten çok sevmese ve herkesten çok nefret etmese idin. Ben de seni tanımasaydım. Acının, korkunun, güvenin ve saygının ne olduğunu bilen sakin biri olarak bilseydim ölene kadar. Sen de beni tanımasaydın. Acının, korkunun, güvenin, saygının benim için ne ifade ettiğini, koyunun gülü yediği bir gezegende yaşamanın ne demek olduğunu bilmeseydin. Çoğul kişilik bozukluğum da şizofrenim de bipolarım da bana kalsaydı. Şimdi bunları rahatça söylemek kolay, sen biliyorsan herkes bilebilir diyorum kendime.

Şuan bütün bunlar umurunda olmayabilir. Buraya yazdığım için kızabilirsin. Belki sadece nefret kalmıştır kalbinde. Belki üzgünsündür belki de hiç olmadığın kadar mutlu. Bilmiyorum. Ama şunu bil ki ben senden nefret etmiyorum, senin de benden nefret etmeni istemiyorum. Ama birbirimizden uzak kalalım. Çok fazla ortak noktamız olduğunu söylerdik ama bunların hepsi yüzeysel şeylerdi. Çok farklı insanlardık, farklı yaşamıştık, farklı bakıyorduk ve bu farklılık asla doğru olmayacak bir yanlışı da beraberinde getirdi. Biz diye bir şey yoktu, hiç olmamıştı ve olması mümkün de değildi.

“Ben senin için yanlış insanım,” demiştin. Haklıydın ama ben seni dinlememiştim. Bunun için de özür dilerim. Ama çok acı çekmiş olsam bile, ki bundan daha kötüsü insanlara güvenme konusunda olumlu yönde ilerlerken en başa dönmüş olmam, pişman değilim. Hayır. En başta keşke falan dediğime bakma, böyle böyle, yaşadıkça dolacağım. Gelecekte nasıl bir hayatın olur bilemiyorum ama kimseye bana davrandığın gibi davranma. Olumsuz düşünme ve ayrıntıya takılma. Senin hakkında tek umudum bu.

Son bir şey… Koyun gülünü yerse bir gün, yeniden konuşalım. O zaman birbirimizi anlayabiliriz. Sana dört mevsim bahar, bana dört mevsim yağmur… Yağmuru sevmediğini ama şeker de olmadığını söylemiştin. Lakin ben güneşte fazla kalırsam eririm bu yüzden ancak sen ıslandığında aynı gökyüzünü paylaşmış olabiliriz.

Sevgiler

-Paul




***

BİR GÜNÜN SONUNDA ARZU 

Yorgun gözümün halkalarında
Güller gibi fecr oldu nümayan,
Güller gibi... sonsuz, iri güller

Güller ki kamıştan daha nalan;
Gün doğdu yazık arkalarında!

Altın kulelerden yine kuşlar
Tekrarını ömrün eder ilân.
Kuşlar mıdır onlar ki her akşam
Alemlerimizden sefer eyler? 

Akşam, yine akşam, yine akşam
Bir sırma kemerdir suya baksam;
 
Üstümde sema kavs-i mutalsam! 

Akşam, yine akşam, yine akşam
Göllerde bu dem bir kamış olsam!
 

-Ahmet Haşim