Pazartesi, Ekim 26, 2015

Dördüncü Hafta Raporu

13 Mart 2015
Pazartesi ve salı okuldan sonra kütüphaneye gidip Varlık'ın yeni sayısını okudum. İki gün de yalnızca bir saat kadar uyumuştum. Pazartesi kütüphaneye gitmeden evvel arka masadaki siyasi sohbeti dinledim çaktırmadan. Gerçi anlaşılmıştır diye düşünüyorum ama ne yapayım, çok çeşitli ırk ve görüşlerin toplandığı bir sohbetti. Kimsenin kimseyi kırmadığı, saygı duyduğu bir tartışma ortamı. Son zamanlarda hiç göremediğimiz türden. O yüzden pişman değilim, hala böyle insanların olduğunu bilmek beni rahatlattı. Siyasi görüşler yüzünden birbirine düşman olan onca dost varken hele.

Salı, hocayla yaptığımız görüşmede yapacağım sunumun slaytına baktık. Hocayla bir müddet heyecanla 70-80'lerin rock grupları hakkında konuştuk. (-Talking Heads da dinliyor musunuz? -Tabi kiii!) Bu muhabbeti sınıftaki biriyle yapmayı ummuş olsam da mühim değil, bu da güzeldi.

Group Discussion diye bir bölüm olacak sınavda, onun pratiğini yaptık. İki kız iki erkek olarak dört kişi çıktık, konu paranın mutlu olmadaki önemine dair bir şeydi. Biz kızlar paranın ne kadar önemli olduğunu anlatmaya çalıştık, onlar da tersini. Kendi adıma bayağı eğlendim, çalışma süresinde bile Abba'nın Money Money Money'sini söylüyorduk. Tartışma sırasında da bol bol güldüm. Konuşturmadığım için yabancı arkadaştan az daha dayak yiyecektim ama ne yapayım, aksanından dolayı hiçbir dediğini anlamıyorum. Direk arkadaşa bakıyorum cevap vermesi için, sonra ben konuyu değişip devam ediyorum. Sınavda umarım ne dediğini anlayamayacağım birileri gelmez karşıma, büyük sıkıntı. Ama bizden önceki grup aşırı komikti. İyi bir eğitimin ülkeyi güçlendireceği hakkındaydı. Biri "Eğitim cehaleti alır ama eşeklik baki kalır."ı İngilizce söyledi, tabi kimse anlamayınca Türkçe söyledi. Bir kaç şeye daha Türkçe dublaj yapınca biz de güldük tabi. Bizimki ciddi olmuştu, onlarınki çok eğlenceliydi. Eh ama sorun bizim grubun üyeleriydi. Bir yabancı, bir polis, bir adalet mezunu, bir manyak. (Bilin bakalım manyak kim?)

Akşam saat onda, marketler kapanmadan önce bir telaş sokaklarda koşturuyorum sinek ilacı için. Gece dört defa oda değiştim sinekler yüzünden, yüzümü bile ısırmışlar. Soruyorum markete "yok" diyor, "sezonluk geliyor onlar" E ama sivrisinekler sezon falan dinlemiyor işte. Göçmen sinek değil ki bunlar kış gelince gitsinler. Normalde yılın bu döneminde olmaz biliyorum ama artık ne normal ki? Sinekler bile kafayı yemişler.

Ben Varlık hakkında konuşacaktım, onu da es geçmeyeyim. Aslında şöyle bütün edebiyat dergilerini kapsayan bir yazı yazmak istiyorum. İstiyorum da zamanım yok ki. Bakalım...


Okul yurduna gittim çarşamba günü. Durumlar ortamlar odalar nasılmış bir bakayım dedim. Yeri çok tatlıydı yurdun, kendisi normaldi. İki kişilik banyolu odaları sevdim. Yurda mı geçsem diye düşünüyorum son zamanlarda, üşeniyorum bir şeyler yapmaya, sorumluluk sahibi bir insan değilim ben.  Başıboşluğa çok alıştım, vazgeçemiyorum serseriliğimden. Bilemiyorum, şu 29 Ekim bir geçsin de sonra düşünürüz bunları diyorum, sonra gitmeden eşyaları mı taşısam mı diye şüphe düşüyor aklıma. Karışığım anlayacağınız.

Sonra eve geldim, sinemanın bu seneki hazırlık öğrencilerinin toplantısı vardı ama yarınkine giderim diye düşündüm. Nöbet bendeydi, pırasalı patates yaptım çünkü pırasa çok azdı. Patates soymak çok zormuş ya, anam ağladı bir daha patatesli bir şey yapmam dedim kendi kendime. Bir de pişmek bilmediler, sinirlendim iyice. Neyse oldu tabi sonunda ama acayip sıcak yemek zorunda kaldık. Falandı filan. Sonra oda arkadaşım bir kıs film yarışmasına katılacaktı, onun filmi hakkında konuştuk, müzik konusunda yardımcı oldum. Şimdi montaja gitti film, nasıl bir şey gelecek merak ediyorum. Ardından içeri geçip edebiyatçıya kitap tavsiye etmekle bir kaç saat daha geçirip bir buçukta ders çalışmaya başladım. Aslında çok enerjiktim, malum gece halim. Ama yine de beklendiği üzere yalnızca yarım saat sürdü. Sınavım kötü geçmedi ama bakalım...

Sınav bitti 12.30'da, 16.15'te sinema bölümünün toplantısı olacak. Bizim başkanın da varmış, Ms.Sociable zaten hep okulda, işi gücü yok resmen. Yaklaşık bir üç saat boyunca sıkıldıııık diyerek oturduk. Sonra Wpos geldi sağ olsun, gerçi anlaştığımızdan bir üç saat kadar geç geldi ama geldi ya, her türlü kabulümdür. Biraz konuştuk falan filan sonra ona köpüşümü gösterdim. Ay çok seviyorum ben onu ya, öyle böyle değil. -Köpekten bahsediyorum ama Wpos'u da çok severim tabi ki-  Ya böyle bıraksalar saatlerce otururum kendisiyle. Sonra Wpos beni gideceğim yere götürdü sağ olasın, benim okulu benden iyi biliyor ya. Bir tane de bizim gibi aranan bir çocuk görünce "sinema şeysi burada" falan dedi, harbiden toplantıya gelmiş çocuk ama o sırada sınıfı değil bir kızı arıyormuş. Bu kızla da önceden tanışıp birlikte yemek yemiştik. Ama tabi ki bunların hepsini sonradan öğrendim.

Gel gelelim müstakbel lisans arkadaşlarımın %15'ine falan. On kişi falandık, üç kız. Mentorımızın attığı maillerden isimlere baktım da 34 kişiye falan mail atmış,  12'si kız. Bu orandan yola çıkarak her üç kişiden biri kız sonucunu çıkarıp mutlu oldum. Şimdiye bayan sayısına bu kadar taktığımı söyleyeyim, whatsapp grubuna ilk girdiğimde 20 erkek 2 kız falan vardı, ben bir böyle "tövbe bismillah mühendislik seçmiş olmayayım?" diye düşünüp korkmuştum. En arkada oturmam lazım benim ama böyle bir sınıfta en arkaya oturursam göreceğim tek şey -aynı şuandaki gibi- saç olur. Ayrıca ezik hissetmem de mümkün ve kız arkadaş konusunda seçeneklerin azalacak olması da bir başka sorun.

Şimdi istatistikleri de bildirdiğime göre içeriğe geçebiliriz. Bölüme gelenleri üç ana gruba ayırabilirim sanırım. İlki ciddi anlamda altyapıyla gelmiş idealistik arkadaşlar. (Bunların oranı %20 civarında seyrediyor. Bana kendimi kötü hissettiriyorlar ama benden beterleri de var neyse ki) İkincisi benim de içinde bulunduğum bilgisi olmayan ama ilgisi olan öğrenci tipi. (Bu da %50 civarında.) Ve geriye kalan %30 da ya öylesine gelmiş ya da farklı bölüme geçmeyi düşünen, kısacası konuyla alakasız insanlar. Öyle nasıl gidiyor falan diye konuştuk, üç tane pre-inter var, gerisi hep elementary. (Kurlar aşağıdan yukarı ELE - PIN - INT - UPP şeklinde.) Sınıftaki tek inter bendim, bana farklı bir dünyadan gelmişim gibi baktılar. Mentorımız en yoğunun inter olduğunu söyleyince gelecek adına umutlandım tabi ki. Neyseciğime birazcık gezdik bir de sonraki haftalarda ne yapalım diye konuştuk. Sergiye gideceğiz gibi görünüyor, umarım kaynamaz, gitmeyen isteyen tek kişi de benim resmen.

Sonracığıma eve geldim işte keyif çatıyorum biraz, yarın okul tatil oldu bugünkü sınavdan dolayı. Benden mutlusu yok, çarşamba da Metüriç'le birlikte eve uçacağız. Eee daha ne isterim ki? Annem uyuyamamamla dalga geçiyor "korkarım burada olduğun beş gün boyunca uyuyacaksın" diyor. Artık bir aydır tek bir gece düzgün uyudum o da ablamlara gittiğim zaman. Ama nasıl alışmışsam uyumamaya, o gün malak olmuştum. Şuan bir yağmur attı ki buraya sormayın, kaza olmuş zaten bizim sokakta. Durum ne tam bilmiyoruz ama. Whatsapp grubunda hocayla birlikte çıldırıyor sınıftakiler, bense zaten hiç normal olmamışım.

***

Tatil dediğimiz şeyin mükemmelliğine rağmen yalnızca bana olduğu için uyuyamadım yine. Yataktan kalkmak zorunda olmamamın keyfini çıkardım bir müddet, sonra usta geldi, yeni fırını taktı, onunla ilgilendim. Sonra ödev yaptım biraz, Bigbang Theory'nin yeni bölümlerini izledim, İsmet Özel'in A Not Being A Jew'inden bir şeyler okudum, klasik müzik dinledim, M.Pendragon sayesinde Cem Babacan kimmiş onu öğrendim. Arkadaşın kısa filmi için müzik seçtik. Akşam bizim arkadaşların evine gittik, şarkı falan söylediler. Of iki kız vardı, bir düet yaptılar, kendimden geçtim. Slow bir parça söylediler, ben birazcık ağlamış olabilirim. Sonra tabi oradan birileri "hareketli bir şeyler!" deyince coştular. Komşular gelecek şimdi dedim ben, bizim evden edindiğim tecrübeyle. Sonra yedik içtik, benim biraz uykum var ve hiç sosyalleşesim yoktu. Bu yüzden Roald Dahl'ın The Wonderful Story of Henry Sugar'ını okudum.

Eve gelince bizim yönetmen hanım kahve yaptı, içtik sohbet ettik falan. Bizim okuldan iki kız geldi, bu gece burada kalacaklar. Biri interi iki kez upperı üç kez okumuş -devamsızlıktan kalmış- sonra iki sene endüstri okuyup psikolojiye geçmiş. Niyeyse normal karşıladım ben, tuhaf gelmedi. Sonra içeri geçtim ve bunu yazmaya başladım. Yönetmen hanım Tarık Tufan'ın son kitabı ancak ilk romanı olan Şanzelize Düğün Salonu'nu almış. Adam hakkında lafladık biraz, ekşiye baktım ne yazmış diye, merakımı celbetti. Ot'ta da yazıyordu ama dikkatimi çok çekmemişti o zaman. "Sen bu kitabı da oku," dedim "Sonra en güzel kitabı hangisi söyle, onu okuyayım." Sonra Wpos aradı, Jeff'in resmi var mı sende diye sordu, maillerimizi aradım bulamadım. Şimdi banyo yapmaya gidiyorum. Bugün en azından akşama kadar evde kaldığım için mutluyum. İlk kez gündüz dışarı çıkmadım buraya geldiğimden beri.

Edit: Yine merakımın esiri olup gece Tarık Tufan'ın "Bir Adam Girdi Şehre Koşarak" isimli kitabını okudum. Kötü değil ama bana göre de değil işte. Normalde bu tarz yazanları severim ama bu adama ısınamadı. Yeterince rahat gelmedi dili, kasıldım. Ama belki romanını okurum çünkü henüz tatmin olmadım, kesinleşmedi düşüncelerim.

***

Cumartesi pek bir şey yaptım diyemem sanırım. Sabah kalkmayıp yatakta müzik dinleme keyfinin ardından haftalık temizlik. Öğleden sonra ablamla bizim Eniştebey'in yeğeni(?) olan bir kız geldi, birlikte çıkıp artık garsonların beni tanıdığı mekana gittik. (Onlara getirdiğim müşteri sayısını düşünürsek bana maaş bağlamaları lazım. Artık hiç gidesim gelmiyor ama sürekli birine göstermek için yine gidiyorum. Bir garson var özellikle ondan gizlenmeye çalışıyorum çünkü bakıyor anlıyor musunuz? Direk bakıyor yani.)

Kız mimarlık okuyormuş, yaşıtmışız, hazırlıktaymış o da. Teraziymiş burcu, Eylül doğumluymuş, severmiş o da çizim yapmayı. Hemen orada peçeteye çiziktirdi bir balerin. Ablam biraz övmüştü ama çok da sıradan bir yetenek görmedim ben bilemiyorum. Belki yeterince şey görmemiş olduğum için bilemem. Biz orada otururken bir genç piyano çalıyordu, öyle güzeldi ki... Hep birlikte depresyona girdik "biz de çalmak istiyoruuuuz" diye. Ablam kızdı bana kemanı bıraktığım için. "Ama," dedim "keman çok kibar bir alet, bir de bana baksana kaba saba bir insanım, hem serçe parmağım da kısa." "Saçmalama," dedi "devam etsen uzardı parmağın, hem de ne kabalığı?" "Öyle diyorsun ama iki yılda uzamadı işte, hem hocam bana bir keresinde 'kemanı tüfek gibi tutuyorsun' demişti," dedim. Güldük, güldük ama içimde acıdı bir şeyler tabi, özledim kemanımı, titreyen elimi, o gerginliği, kayan parmağımı panikle düzeltmemi, akordu düzeltmeyi, her şeyini iyisiyle kötüsüyle. Aynı lise gibi. Her şeyini özledim.

Pazar sabah onda Wpos'la buluşup Turşu'ya iadeyi ziyaret yapacaktık, yaptık da ama onda buluşamadık. Malum şu saat sıkıntısı. Neyse ki aynı yanılgıya düşüp buluştuk ama gün boyu herkesin saatle ilgili kafasına soru işaretleri vardı. Ve biz aaa ne güzel erkenden gideceğiz diye düşünürken hiç de erken olmamış oldu ve biraz moralimiz bozuldu. Neyse, Wpos'la buluşup metrobüse bindik ama o ne yol ya... Üsküdar'dan Beylikdüzü. Bin tane durak var. Resmen İstanbul'u bir baştan bir başa kat ettik. Turşu'yla dalga geçiyoruz, sen Tekirdağ'da oturuyorsun diye. Hava açtı, yağdı, tekrar açtı biz hala gelemedik düşünün.

Neyse, sonra işte Marmarapark'ın orada buluştuk. AVM'ye gitmeyelim yürüyelim diyorum yok kabul etmiyorlar. Sonra ne yaptık? Yemek yedik, D&R'e gittik -tabi ki- ben Sabitfikir aldım bir tane, bir de Max Frisch'in Homo Faber'ını. Ama aklımda Selim İleri'nin Yaşarken ve Ölürken isimli kitabı kaldı. Onu almalı mıydım? Ah o tereddüt var ya ne lanet bir şeydir. Sonra Turşu'yla ben kendimize en büyüğünden birer erkek hırkası aldık. Hatta şuan üzerimde de o var, sonunda ısındım. Eee ayağımda yün terlik, pijamamın altında tayt olunca... Neyse, sonra ben AVM'de Bilim Teknik'imi unuttum, o yüzden şuan bile ona ağlayasım var. Dışarıda da oturup bir şeyler içtikten sonra o uzun yolu bir de geri döndük. Dönerken "Bir de Tüyap'a gelirim bir daha asla Turşucum" dedim.

Haa bir de bizim o yabancı arkadaşı gördüm orada. Biraz iletişim kurmaya çalıştık ama ben onu anlamadığım için sallamasyon cevaplar verdim. Çok sağlıklı bir iletişim olmadığını söylemek zor olmaz. Ama sonradan düşününce bayağı şaşırdım, taaaa İstanbul'un diğer ucunda değil sınıf arkadaşımı Anadolu yakasından bir ferd bile görmeyi beklemiyordum. Sonra kızlara diyorum -"Bunun ne işi var burada?" "-Senin ne işin var burada?" -"Ama Turşu burada." -"E onun da arkadaşı vardı yanında." Ama yok yani, pazar günü bu çılgınlığı yapacak ikiden fazla insan olamaz diye düşünüyordum. (İki insan: wpos ve ben)

Sonra Wpos bilgisayarı bozulduğundan bize gelip bazı işlerini halletmeye çalıştı ama yapamayıp bir de üstüne sinir küpüne dönerek gitti. Üstelik giderken kalemliğini unutmuş -kalemlik deyip geçmeyin Wpos için en önemli materyallerden biri o- beni aramış ben de açmadım çünkü görmedim. Falan filan. Şimdi oturmuşum yere bunları yazıyorum işte. Zaten ödevimi yanlış yapmışım, düzeltip bir daha gönderdim. Onun dışında Knack, ELO ve Aerosmith dinledim bunları yazarken. Hepsi bu sanırım. 



Bugünlerde eski mutluluğumdan eser yok. Sadece işte bizim kızlarla -yani lise arkadaşlarımla- bir şeyler yaparken o eski his geliyor. Onu kaçırmamak için geçen sene sıklıkla ne giyiyorduysam onu giydim hatta, değişmemiş olsun istedim en azından bazı şeyler aynı kalsın istedim. Zamanı geri döndüremem biliyorum, kötü olduğunu da söyleyemem bu yaşamın ama işte eksik. Görünürde dolu ama içi boş. İçeride ev arkadaşlarım sohbet ediyor, katılsam mı aralarına diye düşünüyorum ancak istemiyor canım. Yoruldum bu kalabalıklardan, yeni yüzlerden. Hepsi iyi insanlar, birçok artıları var ama... Ben evimi özledim. Odamın içindeki o huzuru özledim. Turşu "Bazen içimden seni arayıp yürüyüşe çıkalım demek geçiyor ama sonra hatırlıyorum mesafeyi." diyor. Turşu'yla yürümek istiyorum. Binlerce kez yürüdüğüm o sokaklarda yürümek istiyorum ve sonra basmadığım bir milimetresi kalıp kalmadığını düşünmek.

"Ne hissediyorum biliyor musun?" diye soruyor bizim edebiyatçı gülerek, kendi cevap veriyor. "Boşluk." Ben gülemiyorum. Ben bu boşluk hissinden nefret ediyorum. Kendime bakıyorum, değişmekten korkuyorum. Hala aynı mallık, farklı insanlara bile aynı gerizekalı davranışlarla karşılık veriyorum. Sonra "kim bilir hakkımda ne düşünüyorlar" diyorum ama devam ediyorum. İnsanların beni kabullenememesinden korkmuyorum ama eğer öyleyse, sadece bunu bilmek istiyorum. Aslında hangi konuda olduğu fark etmez, yüzüne baktığımda ne düşündüğünden emin olamadığım insanlarla bir arada olmayı sevmiyorum. Zaten başkası olmak için fazla ihtiyarım. Başkası olmak için fazla çocuğum. Başkası olmak için fazla yorgunum. Yeni insanlarla uzun zamanlar geçirmeyi sevmiyorum. Herkes benim gibi içinden geleni hemen söyleseydi ne güzel olurdu. "Tanıdık" olması içinin birilerinin, bu zamanlar da olmak zorunda ama işte, keşke olmasa demeden edemiyorum. Benim bir başka mallığım. 

Bu hafta günlük hayatımdan bahsettiğim dört yazı yazmışım. Resmen günlüğe çevirdim burayı da. Ama adam gibi bir şey yazamıyorsam bile boş bırakmak istemiyorum. Mazur görün olur mu? 

Pazartesi, Ekim 19, 2015

Tüm Zamanların En Gereksiz Yazısı


Hadi daha sonra hatırlamak için yazdım bu yazıyı tamam da niye yayınlıyorum bilmem. 
İşsizlik de diyemiyorum ki artık. Anlamadım.

Ben bu resmi çekeli dört yıldan fazla olmuş, kim inanır ?

SÜMERBANK 

Anneannemler Antalya'da olmadıkları yılın çok da fazla olmayan kısmında, şehir merkezine otuz kilometre uzaklıkta bir sahil kasabasında yaşıyorlar. Biz de haftasonları bir kaç saatliğine kaçamak fırsatı yapma fırsatı buluyoruz. Daha iyisi ise yazları orada kalmak, her gün denize gidebilmek...

Anneannem ve dedem neredeyse birbirine taban tabana zıt iki insan. Tayin edildikleri Isparta'nın bir köyünde tanışıp evlenmişler. (Dedem köşelerde saklanır, anneannemin önüne pat diye çıkar korkuturmuş onu.) Biri Akdenizli biri Karadeniz... İlk çocukları olan annem Bitlis'te dünyaya gelmiş. Şimdi anneannem altmış dokuz, dedem yetmiş yaşında ama maşallah benden enerjikler. Hele anneannem ele avuca sığmıyor. Ben ne kadar uyuşuksam o da o kadar aceleci. Hepimizi mahvediyor, bilmiyor ki bizim içimizde ondaki nükleer enerji kaynağından yok.. En sevdiğim özelliği ise müthiş bir espri anlayışının olması. Sürekli ironi yapar konuşurken falan. (Annem şakadan ne kadar anlamıyorsa o da o kadar anlıyor.) "Mantar kafalı" gibi kendine has hakaretleri vardır. Dedemle atışmalarında da gülmekten ölüyorum. Bir örnek vereyim:

Davlumbaz borusuna kuşlar yuva yaptığı için kullanmıyor anneannem. Bu yüzden kızartma yapmak için bahçeye çıktık ve ben de onu izliyorum bir şeyler öğreneyim diye. (Malum öğrenci evine gideceğim, bir yemek nöbeti olacak, her gün yağsız makarna pişiremem.) Bizi orada gören dedem hemen gazeteyi alıp yanımıza koştu tabi. Anneannem ebe, dedem de öğretmendi. Bize göre dedemin öğretmenliği için "di" ifadesi fazlalık çünkü hala herkesi potansiyel öğrenci olarak görüyor. Başladı gazeteden sağlıklı beslenmeyle ilgili bir şeyler okumaya. Benim de içim daralmış bu konudan, fenalık geçireceğim. Anneannem dedemden gizlice bir tanıdığını aradı hemen, dedem durmak zorunda kaldı tabi. Konuşma bitti, dedem hemen:
"Nerede kalmıştık?"
"Sümerbank'ta."

AYAKKABI ÇALAN KÖPEK 

Bir gün yine anneannemle oturuyoruz. "Buralarda bir ayakkabı hırsızı vardı, bugün ölmüş." dedi. Ben tabi ağzım açık bakakaldım. "Gerçekten mi ne zaman nasıl ya kim?" şeklinde arka arkaya soruları dizerken durumu açıkladı.
"Burada ufak bir köpek vardı, ayakkabıları çalıyordu."
"Ne?! Nasıl yani? Köpek mi ayakkabıları çalıyordu?"
"Evet, geçen bilmem neye gitmiştim, çıktım ki terliklerim yok. Birisi köpek çalmıştır dedi, hakikaten de almış ileri götürmüş, orada bırakmış. Hangileriydi... Hah işte ayağındakiler!"
"Neeeee?! Yıkadın mı bunları?"
"Yıkadım tabi ki... Bugün trafik kazası olmuş, bir araba çarpmış ona."
"Bir dakika... bu köpek açık kahve, tasması olan bir köpek miydi?"
"Evet evet."
"İnanmıyorum! O köpek bu mahalleye benimle birlikte gelmişti! Şimdi o...ayakkabı mı çalıyormuş...ölmüş mü bir de? Na-nasıl olur?"

PİZZASI OLMAYAN PİZZACI

Aslına bakarsanız o gün moralim çok bozuktu ve evden çıkmak istemiyordum. Çeşitli şeyler hakkında mızmızlandıktan sonra Wpos'la buluşup gitme fikrinden sonra yelkenleri suya indirdim ve bir kaç saat sonra yola koyuldum. Bugünlerde fena halde kafayı taktığım Standing Egg (4 US) ve Vanilla Acoustic (Eudaimonia) albümlerini kim bilir kaçıncı kez dinledikten sonra arabadan inmeye yaklaştığım sırada Wpos'a kitabevine gitmesini söyledim çünkü kitapçıdan daha hoş bir buluşma yeri tahayyül edemiyorum haha (Başka bir yer bilmediğim gerçeğini yüzüme vurmazsanız sevinirim.)

Ama kendisini yolda on birinci sınıftaki geometri öğretmenimizle konuşurken yakaladım. İnanılmaz tatlı bir insandı. Sırf dersi kaynatmak için ortaya attığım "Hocam hadi tabularını yıkın ve dışarıda ders işleyelim!" fikrimi kabul etmiş ve bizi bahçeye çıkarmıştı. Tabi mevsimlerden kış olunca donmuştuk ve sonra kantine gitmiştik. Bize çay ısmarlamıştı ve sohbet etmiştik. Bunu, söylerken hiç beklemediğim için her zaman güzel bir anı olarak hatırlıyorum. Ama tabi ki tek sevimliliği bundan ibaret değildi. Her zaman çok sıcaktı ve onu en kızdırdığımız zamanlarda bile dayanamaz gülerdi. Bütün derslerinde kitap okumama, kitap okumadığım zaman sürekli dersi kaynatmama ve hiçbir ödevimi -hatta dönemlik ödevi bile- yapmama rağmen hiç düşük not vermedi, hatta kızmadı bile. -anlaşıldığı üzere hiç de ideal öğrenci değildim- Sadece "ben seninle ne yapacağım" şeklinde üzgün olurdu ama notlarım iyi olduğundan ve geometriyi de sevdiğimden asla kötü bitmezdi diyaloglarımız. Kendisini her zaman güzel anacağım.

Wpos'un telefon konuşması sona erdikten sonra kitabevine girdik ve kendisine Star Wars'ın comic booklarını gösterdim, tabi ki hardcore bir Star Wars hayranı olarak biraz(!) fangörllük yaptı. Daha sonra inanılmaz hoş bardak altlıkları bulunca hem kendimize hem de arkadaşlara almaya karar verdik. Ben bir adet V for Vandetta, Don Kişot ve Wpos bulmasına rağmen ondan çaldığım bir The Godfather aldım. O ise abisi için badman, kendisi içinse Darth Vader, Joker ve sanırım kardeşi için de bir Doctor Who altlığı aldı. Tabi bütün bu işleri yere çömelerek yaptığımız için ayağı kalkmak pek kolay olmadı.  Sonra söz konusu yerde biraz daha boş işlerle uğraştıktan sonra (ki bu sırada bir kız bize Frida Kahlo'nun resmini göstererek "bu kişinin kim olduğunu biliyor musunuz?" diye sordu, ben de söyledim, anlamadı bir daha söyledim, bir daha anlamadı ve üçüncü kez söyledikten sonra hala anladığından şüpheli olsam da yeniden sormadı -çok şükür-) Nerede olduğu hakkında bir fikrimiz olmayan pizzacıya doğru yola koyulduk.

Wpos'a yolu bilmediğimi, içgüdülerime güvenip güvenemeyeceğini sordum. Haklı olarak güvenemeyeceğini söyledi ama yine de insan kalabalıklarından uzak olmak için her şeyini feda edebilecek iki insan olarak benim kesinlikle ama kesinlikle güvenilmeyecek yol içgüdülerime göre yürüdük. Neyse  ki bu şehrin yamukluğundan nefret etsem bile sadece aşağı yürüdüğünüzde öyle ya da böyle sahile ulaşırsınız, yani kaybolmak imkansızdır. Biz de böylece sahile indik ve arabaya bindik. -gerçi arabaya binmemiz o kadar kolay olmadı ama gereksiz teferruata girmeyeceğim- Bizi pizzacıya götürecek olan arkadaşlarımızla okulun orada buluşacaktık.

Yolda Metüriç, Wpos'u aradı ve bunu neden yaptığı hakkında hiçbir fikrimiz olmadığı halde Woops birden ikimizin kavga ettiğini, benim nerede olduğumu bilmediğini, yanında ise Turşu'nun olduğunu söyledi ki Turşu o sırada evinde oturmuş yeğenlerine bakmakla meşguldü. Metüriç ayrıntı isteyince "bunlar ciddi meseleler sonra konuşuruz" dedi Wpos ve telefonu kapattı. Ardından hemen Turşu'yu arayıp oyunu anlattı ve Metüriç'i işletmesini söyledi. Ah Turşu tabi ki doğuştan gelen oyunuluk yeteneklerini kullandı. Metüriç onu arayıp benim nerede olduğumu sorunca "Ne bileyim ben nerede, git kendisine sor" diye atarlı bir cevap verip, "dolmuştayım ve şarjım bitiyor" diyerek telefonu kapatınca Metüriç tabi ki tongaya bastı.

Beni aradığında arabadan inmiştik ve ona hasta olduğum için gelemeyeceğimi söyledim ki bu benim klasik cümlelerimden biri olduğundan ve gerçekten kavga etmiş olsak bunu söylemeyeceğimden olay inandırıcı hale geldi ve endişeyle "Gerçekten hasta mısın yoksa başka bir şey mi oldu?" diye sordu. "Wpos kavga mavga bir şeyler dedi." Ben  de sıkılmış bir ses tonuyla palavra sıkarken Wpos "Paul yeter yeter" dedi, meğersem Metüriç, Darling ile birlikte karşımızdaymış. "Allah belanı.. kapat kapat!"tan sonra tabi ki bize saydırdı. Sonra Turşu'yu aradı ve Turşu tabi ki bunlardan habersiz rolüne devam ettiği için o da azardan nasibini aldı. İşletme operasyonunda başarılı olmuştuk ama neden bunu yaptık cidden bilmiyorum. Yine de eğlenceliydi.

Sonra yürüyerek bizi pizzacıda bekleyen ve etrafta bir köpek olduğu için acele etmemizi söyleyen Mrs.Morgana'nın yanına gittik. Dehşet güzel bir köpekti, kocamandı, tüyleri uzun değildi ve temiz görünüyordu. Tabi ki kendisini sevmek için teşebbüse geçtim ama niye olduğunu bilmediğim bir şekilde köpekler benden hazzetmiyor. İki defa köpek saldırdı bana, yine de hala kendilerine sevgi besliyorum ancak onlar beni sevmiyor arkadaş! Bu teşebbüsüm anlaşılacağı üzere akim kaldı ve köpek benden kaçtı. Ama arkadaşlarım tabi ki durumdan memnun oldular ve kaçtıkları yerlerden geri döndüler.

Günün esprisi Darling'in "Gastronomi okuyacak insanı"ydı. Wpos Gastronomi okumaya karar vermişti ve Darling de bunu çok havalı olduğunu düşündüğü için Woops'u kendine üstad ilan etti ve üşenmeden her cümlesine "Gastronomi okuyacak insan" kelime öbeğini ekledi.

Takımın son ferdi NSA'i beklerken Metüriç sipariş vermek için içeri girmişti çok geçmeden dışarı çıktı ve "Pizza yokmuş." dedi. Ufak çaplı bir kalp krizi geçirdik çünkü söz konusu yer bir pizzacıydı. Yani pizzası olmayan bir pizzacı Crows Explode'daki öğretmen olmayan okullar kadar saçmaydı. -ne var ki Crows Explode bir film, pizzası olmayan pizzacı ise en az benim kadar gerçekti-

İftara kalmış on beş dakika falan biz ortada kaldık mı? Biri yakınlardaki bir tatlıcıya gitmeyi önerdi, biri bir restoran söyledi, Woops benzincinden kek alıp yiyelim dedi, benim fikrimse batıya doğru yürümek ve karşımıza çıkan ilk yerde yemek yemekti. Ne kadar muhteşem bir fikir değil mi? Lakin bu fikri harika bulan tek kişi ben olduğumdan bir restorana gittik. Ki bu söz konusu restoranda hiç hoş şeyler olmadığından bu kısmı atlayacağım çünkü hatırlamak bile istemiyorum. -unutmak mümkün olmasa da-

Ama sonrası güzeldi, okula gittik ve karanlık bahçede oturduk, kızlar dondurma ve içecek getirdiler. En az üç saat sohbet ettik. (Ama kimse, ya ne zaman mezun olduk zaman çok hızlı geçiyor falan demedi, hiç duygusala bağlanılmadı ancak hahahihihoho) Ateş yakmaya çalışıp başarısız olduk, on ikiye doğru kadro birer birer azaldı ve üç kişi kaldık. Tabi ben parka gitmek istedim. Çünkü şu üstü kapalı kaydırak var ya, onu ağız kısmına yatmak öylesine harika bir şey ki... Sonra Wposla şu asılarak geçilen yerin üstüne çıkıp oturduk. Ve bunun gibi boş işlerden sonra Metüriç'in amcası gelip bizi aldı. Ben anahtarım olmadığından Wposlara geçtim ama eve girmeden ortalıkta boş boş dolanıp evin önünde oturduk.

Sonra Wpos oradaki bir arabaya çok kızdı girişe park ettiği için ve arabanın sahibine bir not bırakmaya karar verdik. (Yalnızca ilk cümle bana ait, kalan kısmını Woops yazdı.) Woops yazarken ona "senin olduğunu anlayacaklar" dedim gülerek çünkü acayip anlatım bozuklukları yapıyordu. (Kendisi Türk olsa da Danimarka'da doğup büyüdü o yüzden dilbilgisiyle ilgili ufak tefek sıkıntıları var diyelim.) Kağıdı katlayıp arabanın camına koydu.

"Sevgili .......... plaka sahibi vatandaş (cinsiyet ayrımcılığı yok)
Dost, insan arabayı girişin ortasında park etmez.
Ayıptır günahtır
Ya ambulans gelse, hayır anlamadığım nasıl bunu düşünemezsin, o kadar ehliyet sahibisin.
O mübarek derslerde yok muydun?
Neyse umarım hatanı anlarsın.
Yanlış anla veyahut anlama bidahaki sefere doğru dürüst park etmen umuduyla
(senin için dua edeceğim)
Sevgiler & Saygılar
Duyarlı & Mağdur Vatandaş"

Sonra tabi ben binaya her girip çıkana korku dolu gözlerle baktım "acaba sahibi geldi mi" diye... Sonra bir ara binanın içine girdiğimizde şartelleri indirme fikri öne sürdüm ama yapmadık. (Çok uslu bir çocuğumdur da çaktırmıyorum.) Babam geldiğinde saat biri çeyrek geçiyordu.

now playing: george harrison - my sweet lord

Cumartesi, Ekim 17, 2015

özet olarak;

 
Bunu o gün çekmedim ama Üsküdar yine Üsküdar.
Üsküdar'da Akşam Vakti

Ertesi gün sınavım var ama benim hiç çalışasım yok. Oda arkadaşım da kendi okulundan bir kamera  çarpmış, tripodu da getirmiş. Akşam olunca "ben çekim yapmaya gidiyorum, geliyor musun?" deyince bir anda kendimi caddenin ortasında buluverdim. Nasıl bir hızla hazırlanıp çıktıysam ne para almışım ne telefon ne başka bir şey. Sadece kendimi ve tripodu çıkarmışım dışarı. Neyse işte öyle başladık acayip çekimler yapmaya, su sesi alalım lazım olur. Parkı alalım, otobüsleri alalım, ışıkları alalım, trafik lamabaları, telefon kulübeleri... Ya şu kuaför çıkmasın falan. Ortalıkta saçma sapan dolanıp açı arıyorum derken derken evdekiler aradı yemeğe bekliyorlarmış, biz de nasıl açız, uçarcasına gittik.

Korkunç Kantinci

Bizim okulda bakkal dedikleri bir kantin var, böyle bayağı kantin yani, niye bakkal diyorlar onu çözemedim. Neyseciğime olay bu değil. Burada iki adam duruyor, biri tanesi hep orada diğeri bazen. Hep orada olan adamdan çok korkuyordum ben.  Ama cidden anlatılmaz bir adam, böyle her sabah su veya sade soda falan alırken ödüm patlıyor. Her an cinnet geçirip bizi kesecek diye bekliyorum. Adam bana elli şınav çek dese yüz elli tane çekerim, öyle bir korku bendeki.

Neyse, o gün yanımda bir arkadaş var, evdekiler için biraz abur cubur alacağım kantinden. İstedim bir şeyler, sonra tabi poşet var mı diye sordum. Adam sert bir ses tonuyla "Poşet yok, elinizde taşıyacaksınız." demesin mi? Ben tabi hemen kabullendim korkudan ama şaşırdık da biraz. Adam biraz durup birden konuşmaya başladı: "Var tabi poşet olmaz mı? Şuna bak ya *arkadaş için konuşuyor* dövecek bizi poşet yok diye..." Ben önce daha bir korktum ama meğersem şaka yapıyormuş. Nasıl şakaysa, hala gülmüyor, biz olayı çakınca başladık gülmeye ama korkudan sinirlerim bozulmuş ondan gülüyorum. Poşeti aldık almasına ama herhalde bunu asla unutmam. Şimdi adam aslında komik biri mi yoksa gerçekten sayko mu anlamış değilim. Tek bildiğim hala kendisinden tırstığım ama sevdim de. Karışık bir durum.

Ispanak

Bir de bu var tabi, panelin olduğu gün yemek nöbeti bende. Çıkar çıkmaz eve uçtum, ıspanak yapacağım ama yine ilk kez tabi. Ay bunları yıka yıka kes kes at at derken bir saatte yaptım yemeği. Güzel oldu olmasına ama bakın benim saygıdeğer ev arkadaşlarım ne yapmış? Yiyip de gelmişler. Hakaretin böylesi, üç kişi falan yedi. Ben de hıh dedim, yedim kendi ıspanağımı. Ama var ya, geçen sefer ki olaydan sonra karabiber çok pis bağımlılık yaptı bende, her şeyin içine koyasım geliyor. Karabiber miydi başka bir şey miydi şüphelenmeye başladık.



Tornavida

İlk iki hafta boyunca gayet sıkıcı, sıradan ve inek bir sınıf olup üçüncü hafta kayışları gevşettik. Bu hafta fazlasıyla güldük. Sınıftakilerle konuştukça çok ilginç insanlar olduğunu keşfediyorum. Kızları hemen tanıdım da erkekler işte ancak. -Kızlar olarak çok normaliz ama o yüzden- Yolun sonu karanlık.

Bizim sınıfın balkonu var ama kapıları yere sabitlenmiş vidalarla. Ne zamandır açalım açtıralım diye hayaller kuruyoruz, evden tornavida getirelim sökelim falan. Çünkü bayağı uzun, binayı dolaşan bir balkon olduğundan hem adam gibi hava almak için hem de sigara içenler için büyük kolaylık olacak.  En sonunda bir arkadaş getirmiş denemiş kendisi ve diğeri ama olmamış. Ben de öğle falandı herhalde, "ver ben de deneyeceğim" dedim. Hareket ettiriyorum ama çok zor, meğersem yanlış tarafa çeviriyormuş. Sola doğru çevirince başladı mı açılmaya, bir anda "vaaay açılıyooor!" olduk. Erkekler toplandı falan "kıza mı yaptırıyorsunuz ayıp be!" olayı oldu, sonra onlar gaza gelip bütün vidaları çıkarttılar, ilk biri çıktı dışarı, sonra ardından hepimiz. Ama nasıl mutluyuz görülmeye değer hakikaten.

Sinema Sohbetleri

Nasıl heyecanlıyım nasıl heyecanlıyım, hem Akira Kurosawa hem de Ran'dan konuşulacak. Böyle bir heves çıktım evden, yarın yine sınavım var, üstelik hikayenin son günü ama eve gelince yaparım diyerekten hepsini saldım. Yemek falan yemeden gittim. Ufak bir sinema salonu, adamı bekliyoruz. bu sırada filmi açtılar. Dedim hadi adam gelene kadar izlerim, filmi yeni izlemişim falan ama olsun yani yine izlerim diyorum. Bir saat oldu adam gelmedi, bir buçuk saati daha var filmin ben onun sonunu beklersem bir de konuşmaya kalırsam hikayeyi kim yazacak? Sinirlendim çıktım geldim, insan bir program akışı falan belirtir bu ne ya? Bir de sanat yılının açılışı varmış, tıklım tıklım her yer. Oradan çıkıp Ayla Ağabap diye bir hanım teyzenin konuşmasına girdik ama sarmadı bizi çıktık. Sonra ayaklarımı sürüye sürüye geldim evime, yolda gelirken İskender Pala'yı gördüm. Takip edecektim aslında ama çok hızlı yürüyordu üşendim. Bu da böyle bir başka şeyin daha kursağımda kalışının hikayesidir.

Mr.Hawaii'nin Doğum Günüsü

Bizim hocanın doğum günüsüymüş, diğer int. sınıfı da buna pasta almış falan. Biz de biliyorduk o da söyledi, hatta aldıklarının pastanın resmini bile gösterdi. Biz de tabi hemen gaza gelip para toplamaya başladık ama ne zaman? Derste. Anladı tabi ki "oh iyi iyi herkes versin, kim vermedi?" falan diyor. Ben de "sizin de vermeniz lazım," falan dedim bunun üzerine, o da verdi. Ertesi sabah ilk sorusu "pastam nerede?" Çocuklar da sınıfın dışında bekliyorlar, herkes gelsin de girelim diye. Neyse kutladık, resimler çekildik, ben hiçbirinde yokum ama. Neredeyim? Selfie çeken kızın kafasının arkasında! Sadece bir resimde kolum mu ne var öyle yani. Tabi hiç de üzülmedim, zaten bütün resimlerde iğrenç çıkarım. Bu da böyle bir saçma doğum günü kutlamasıydı yani, sezonu açmış olduk. 

Sahaf Festivali

Nasıl bir coşkuyla gittiğimi bilmem söylememe gerek var mı? Girer girmez kendimi kaybettim. Çok güzeldi her şey, alacakaranlık ve türevleri dışında tabi. Dedim ayıp ayıp, sahafsınız siz böyle kitapları niye satıyorsunuz? Neyse, beş yüz liralık iki Sezai Karakoç kitabıyla bir Cemil Meriç kitabı gördüm. Sahaf amcaların birinden daha önce de duyduğum özlü bir söz dinledim. (Kitap ödünç veren bir enayidir, ödünç aldığı kitabı geri veren iki enayidir.) Bütün sahafları gezip yorgunluktan ölünce oturdum insanlar izledim/dinledim. Festivale gelen kişilerin üçte ikisinin bayan, bayanlarının yaş ortalamasının 28, erkeklerin yaş ortalamasının 45 olduğunu gözlemledim.

Bir da asıl komik olaya gelelim. Bir tane platform var, konuşmacılar için. Üstünde de bir sürü ayak izi. Sonra görevlilerden biri gelip kağıt yapıştırdı, "Lütfen ayak basmayınız." Tabi gelen geçen herkes gülüyor, hem basmayın demişler hem de bir sürü ayak izi var diye gülüyorlar. Ben de biliyorum ya şimdi, o yazı oraya konulduktan sonra kimse basmadı. Dedik ki Ms.Retro ile bir not da biz ekleyelim. Yazdım ki "Not: Bu ayak izlerinin hepsi not konulmadan öncesine aittir. Lütfen halkımızı yargılamayın." Bekliyoruz okuyanların tepkilerini. Kişisel olarak ben böyle bir şey görsem çok gülerim, resmini çekerim, arkadaşlarıma anlatırım falan. Ama kimse mi okumaz? 50 dakika falan bekledik, ilk okuyan adam gayet ciddi bir tepki verdi ve gitti. İkinci okuyan kız hiç iplemedi. Üçüncü okuyan genç hafifçe güldü ve sonra gidip arkadaşına anlattı. Biz "hığağağağa" modundayız, sonunda istediğimiz tepkiyi almaktan memnun sırıtıyoruz. Derken çok geçmeden görevli gelip notumuzu aldı gitti, bizim hikayemiz de böylece sona ermiş oldu.  


















Talihsiz Serüvenler Dizisi

Bu seriyi okuyanınız bilir çocukların başına neler geldiğini. Hah işte ben de dördüncü kardeşim. Bakın şimdi, festivalden sonra bayağı yorulmuşum, hastayım, ablama geçtim. Ciğer mi ne pişiriyor? Bu noktada işlerin ters gideceğini anlamalıydım. Neden? Ben vejetaryenim, etin kokusu bile midemi bulandırıyor. Neyse, durdum biraz, akşam trafiğine kalmadan çıkayım dedim. Otobüse bittim, bakiye yetersiz, halbuki bir kaç saat önce doldurmuşum, imkansız bir durum. Neyse dedim, indim. Akbil dolduracak yer arıyorum bulamıyorum. Bu sırada bir rüzgar esti bir şey oldu cüzdanımda ne varsa caddeye saçıldı. Kartlar, bozuk ve kağıt paralar, belgeler, kağıtlar ne varsa yani. Ben tabi şok, elimdeki kitap poşetini koydum bir kenara, toplamaya başladım. Bir amcayla bir abi yardım ettiler sağ olsunlar, sonra dönüp bakarım ki poşet de devrilmiş kitaplar da yerlere düşmüş. Onları da topladım, ablamı arıyorum, akbil dolduracak yer soracağım, açmıyor hıyaroloviç. Oraya buraya yürüdüm öyle, neyse en sonunda açtı, tarif ettiği yere giderken poşetin sapı koptu mu? Kitaplar yeniden yerlere saçıldı. Ama ben talihsiz hayatımı bildiğimden yedek poşet almıştım, on sekiz kitabı alıp başka bir poşete dizdim yolun ortasında. Neyse gittim akbili doldurdum, otobüse de bindim ama yer yok tabi ki, tıklım tıklım ve tam trafik. Ve sabah içtiğim sütle, öğle içtiğim kahve midemdeki tüm şey. Eve geldiğimde artık böyle ağlamak üzereyim ama bir yandan hayatta  kaldığım için şükrediyorum.

Bütün bu yorgunluğuma rağmen bir saat geçmeden tekrar gezmeye çıktık. Ben eve girmek istedikçe ev benden kaçıyor mu ne? Üstelik giderken bir kaç aksilik daha gelince başımıza suçlusu ben oldum haliyle, sen ayrı gel falan diyorlardı en son.

Kitap Tamiri

Sahaflardan aldığımız kitaplar arasında haliyle sağı solu yırtık olanlar vardı. Hemen bir bant bulup tamire giriştim. Eski kitapları tamir etmek ne kadar harika bir şey... Eskiden dedemin kütüphanesinde kitaplar için aynı işlemleri yapardım, şimdi bizzat kendi kitaplarım için yaptım. Beni o kadar mutlu eden bir şey ki... Sonra şunu düşündüm, kitap tamir etmemiş, onun zevkini ve mutluluğunu yaşamamış  bir insan beni gerçekten anlayamaz. Çok basit bir şey olmasına karşın bir o kadar da değerliydi benim için.Yeri öyle mühimdi hayatımdaki. Tuhaf.

Final

Cuma gecesi bir gece klası olaraktan evdekiler acıkmışlar, çiğ köfte söylüyorlar ama sipariş verirken bunları aldı bir gülme krizi. Sipariş alan adam da gülüyor, diyor ki "Ben bu sesi tanıyorum, bu ses beni arayıp gülüyor, sonra ben de gülüyorum." Kapattıktan sonra diğer kızlar korktular, gece vakti adamı evimize çağırıyoruz falan diye, kapıyı açma görevini en nemrut suratımı takınarak ben üstlendim. Üç numaralı sayko bakışlarımla kapıyı açtım ama giderken gayet kibar "iyi akşamlaaar" falan dedim. Ama evdekilerin adı, hayır sesi çıkmış resmen çiğ köftecide.

Böyle bir haftaydı bu da. Haftasonu hakkında beklentilerim yüksek(!). Şimdiden yarısı gitti bile ama olsun. 4928798472 tane ödevim var ama olsun. Hastayım da ama olsun. Biri beni vursun.



Pazartesi, Ekim 12, 2015

İyi Başlayıp Kötü Biten Haftasonu Örneği

Dayanamadım çektim işte. Herkes sever vosvosları.
CUMA

Artık her gün dışarı çıkmak bir monoton haline geldi, hatta günde sadece bir kere çıkmam gerekiyorsa şükrediyorum bunun için. Evde kaldığım günler intikam alıyorlar benden.

Bugün derste hikaye yazma etkinliği vardı. Dört-beş kişilik gruplar oluşturup herkesin bir cümle yazması koşuluyla dönecek. Biz bunu Türkçe yapardık aslında, çok eğlenceli olurdu. Ama bu sefer konu belliydi, kedinin ödevi yemesi.O kadar saçma bir çalışmaydı ki yaptığımız, en sonunda benim sıra arkadaşıma bırakıp hikayeyi terk ettik. Bir de "çok güzel oldu çok güzel, hocam biz okuyalııım" demesi yok mu? Bir de birbirimize puan veriyoruz, on üzerinden olması gerekirken iki yüzler, üç binler havada uçuştu ve son noktayı yüz milyarla ben koydum. Bir de birileri "10 out of 10" dedikçe ben 2PM söylüyordum. Şipcom mancoma şipcoooom!

Bugün cuma olduğundan ve de okul erken bittiğinden bir şeyler yapalım istedik, önce çıkış rutinimiz olan okulun cafesinde oturma seansını gerçekleştirdik. Sonra bizim sınıftan diğer kızlar çağırdı, onların yanına gittik. Bir tanesi Hakan Günday'ın "Az" kitabını anlatıyordu. Benim de merakıma yenik düşüp okuduğum tek Günday kitabıydı ve bir daha okumayacağıma da kesin karar vermiştim. (Bu karar geçerliliğini son derece sıkı bir şekilde korumakta.) Anlatan kız biraz olumlu konuşuyordu, o yüzden sesimi çıkarmadım, sadece beni çok bunalttığını falan söyledim. Aynı fikirde olduğumuz tek konu Günday kesinlikle normal bir kafaya sahip olmayan, hastalıklı bir adamdı. Bu kızın arkadaşı Günday'la aynı masada yemek yemiş ve bizzat onun ağzından şu hikayeyi dinlemiş:

Bir gün Günday, metrobüste kendi kitabını okuyan bir kız görmüş ve kızın yanına gidip kendini tanıtmış, "senin için imzalayayım" demiş. Kız da "hayır istemiyorum." Günday sinirlenmiş, "Benim kitabım" demiş, kız da "hayır, senin değil benim kitabım." demesin mi? Olay iyice büyümüş, kitap senindi benimdi derken Günday kızın kitabını -aslında kendi kitabı da oluyor tabi- parçalamış.

Bunu da dinledikten sonra söz konusu yazar(?) hakkındaki düşüncelerimin ne kadar isabetli olduğunu iyice anlamış bulundum. Tabi yazarı ve kitaplarını sevenler bana kızacaktır, eh ne yapalım? Herkesin kendi dünya görüşü, kendi zevkleri var. Ne konu seçimini, ne de işleyiş tarzını sevmedim. Zaten benim azımsanmayacak tecrübelerime göre yüzde seksen bestseller'dan doğru bir şey çıkmaz.  (Yani şu aksiyon-fantastik-romantik kısmından değil ama şu bir türlü üstesinden gelemediğim merakımdan o bestseller raflarından çok okudum demek istiyorum.)

Neyse, sonracığıma onlar gittiler sonra biz de kitaplardan konuşmaya devam etmişken ben kitapçıya gitmeyi önerdim, sonra o da alışveriş merkezindekinin daha iyi olduğunu söyleyince kalkıp oraya gittik. Zaten Küçük Prens sergisi vardı ve ben de kaç gündür herkese "gidelim" diyordum ama bilirsiniz bu işler böyledir ancak önceden planlamadığınız zaman yapabilirsiniz. Gel gelelim, zaten gitmeden önce de Küçük Prens'in çok fazla ticarileştirildiğini düşünüyordum ama şimdi gördüm. Küçük prens resimli ayakkabı mı? Şaka mı yapıyorsunuz? Spiderman mi bu? Sinirlerim bozuldu. Gerçi varlığını bile bilmediğim dillerde ve boyutlardaki kitaplar güzeldi ama ufacık bir yer. O kadar reklamı görünce ben de bayağı büyük bir şey sanmıştım.

Sonra tabi ki kitapçıya gittik, Tom Robbins'in Parfümün Dansı'nı ve Beckett'ın "Murpy"sini aldım. (Tom Robbins aklıma Nymphe'yi getiriyor. Her ne kadar o sosyal medyaya geri döndükten sonra konuşmamış olsak da bundan önce konuştuğumuzda Robbins'in bir kitabını okuyordu. Even Cowgirls Get the Blues olması lazımdı. Sonra bir gitti, aylarca gelmedi. Blogunun ise böyle boş kalması çok üzücü. O blog bana geçmişi hatırlatıyordu. Adı teması her şeyi değişmiş bile olsa hatırlatıyordu işte.)

Ayrıca hazır gitmişken Bilim Teknik'in yeni sayısıyla merak ettiğim bir dergi olan "OT"u da alıvereyim dedim. (Bir gün edebiyat dergileri üzerine yazmak istiyorum.) Sonra bir milkshake eşliğinde arkadaşın aldığı KAFA'nın da son sayısını okudum ve sürünerek eve gittim. Yorgunluktan canım çıkmıştı ama biter mi bitmeeezz. Sekizde bir daha evden çıkıp, arkadaşlara gittik. Oradayken komşu teyze geldi, bilgisayarı bozulmuş, onu düzelttim. Sonra eve tamirci gelecek dediler -saat onbirde tamirci geliyor???- apar topar eve döndük ama sonra gelmedi. Ben de SuperstarK7'de durumlar ne diye bakıp ilgili bir post yazdıktan sonra yattım.


CUMARTESİ

Ankara'ya gidecektik demiştim daha önceki yazımda ama gün geçmiyor ki ülkemizde bir başka facia gerçekleşmesin de karalar bağlamayalım, ümitsizliğe düşmeyelim... Nasıl geleceğe umutla bakabilir ki insan? O 86 kişinin her birini ayrı ayrı düşünün... Anneleri, babaları, kardeşleri, nineleri, dedeleri, arkadaşları, sevgileri, düşünceleri, hayalleri.... Düşünün düşünebiliyorsanız. Ve sonra devam edin hayatınıza hiçbir şey olmamış gibi. Suçlayacak değilim sizi. Ben farklı mıyım sanki? En fazla bir hafta yas tutacağız hep birlikte. O da günün çoğunu başka şeyler düşünerek olacak. İnsanız işte, unutmak en büyük utancımız ve en büyük kurtarıcımız.

PAZAR

Sabah.

Son yedi yılımı apartmanların en üst katında geçirmiş olsam da şimdi çatıkatında olmanın farkını anlıyorum. Yağmur sesi öyle harika bir hal alıyor ki yalnızca ve yalnızca onu dinleyerek günlerimi geçirebilirim.


Öğle gibi evden çıkıp arkadaşın ödev olarak tanıtacağı kafeye gittik. Apartman dairesi gibi bir şey aslında -bizim evin salonundan daha küçüktü-ama çok şirindi. Bu yüzden biz de acaba evi kafeye mi çevirsek falan diye düşündük. Duvarlara önceden herkes yazıp çiziyormuş sonra gözü yorduğuna karar verip bazı kısımları çerçeveletip bırakmak suretiyle badana yapmışlar. Sahibi olan abla da İtibar'da yazıyormuş. Yalnız bilenler direk anladı zaten, güya isim vermiyorum ama.

Olay bu değil, olay kafenin karşısındaki evde oturan dedeler. Balkonlarında bir dolap var, sırayla biri gidip biri geliyor ve dolabın içinde bir şeyler yapıyorlar ama ne yaptıkları anlaşılmıyor. Dolaptan bir şey çıkmıyor, içine bir şey girmiyor. Sadece iki acayip yaşlı adam titreyen elleriyle bir şeyler yapıyorlar. Hava soğuk, hava yağmurlu. Cama çıkıp "Amca ne yapıyorsun yardım edeyim mi?" dememek için zor tuttum kendimi. Bu kafeye gelen herkesin dikkatini bu amca -bir tanesi sanırım sadece burada yaşıyormuş- çekermiş. İçimden "Yuh yazıklar olsun," dedim. "Bir kişi de yanına gideyim dememiş mi?" "Film gibi seyrediliyor." dedi arkadaşlarımdan biri. Sonra diğeri "Bu yaşlı adamı görünce insanın direk yazası geliyor, ben bile bir şeyler yazarım." dedi. İkisine de öyle sinir oldum ki... Bu insanların hayatını sadece bir film ya da hikaye konusu olacak kadar basit mi görüyorsunuz gerçekten?  Hepsi bu mu yani? Hiç mi acımıyor içiniz, yalnızca bir meta olarak kullanacak kadar mı yoksa? -Demek istedim, sustum. Sustuğum için de utandım kendimden. Ne farkım kalmıştı şimdi?

Bir kaç damla gözyaşı... sonra ödeve geri döndüm. İşte benim iki yüzlülüğüm.

***

Orada haftalık essayimi yazdıktan sonra ablamla buluştum, resmen pazar rutinim. Ha gayet memnunum bundan, sırf kardeşi olduğum için her fırsatta beni eleştirip yargılasa da genel olarak çok açık fikirli bir insandır ve düşününce onun etrafımdaki en kültürlü insan olduğunu fark ediyorum. Ona yaptığım yemeği, Hawaiili(?) hocamızın adımla ilgili yaptığı berbat şakaları, on yıl orduda kaldığını ve o bölükten ayrıldıktan sonra o bölüğün Afganistan'a gönderildiğini ve neredeyse hepsinin öldüğünü anlattım. Benim hayatımdaki pamuk ipliklerini düşünüyorum. Alakasız yerlere gidiyor kafam. İki sene önce Ria, adı "Pamuk İpliğinden Hayaller" olan ve  dışarıdan bakınca berbat görünen bir kitap okuyordu. O sırada ben de Dickens okuyordum sanırım, David Copperfield olabilir. O kitabı ben okusaydım da Ria Dickens okusaydı ne olurdu acaba? Bir değişim olur muydu hayatlarımızda? 

Hayatımdaki bu kalabalık dayanılmazlaşıyor... Sırt ağrısı da öyle ve uykusuzluk hele. Yine de bakın ölmüyorum işte, yaşıyorum günde iki milyon kez gülüp yalnızca iki kez ağlayarak. Ölmüyorum, yapacak bir şey yok.

Perşembe, Ekim 08, 2015

Ne Oluyor Ya?



Bu şarkıyı çok seviyorum.

*** 

Bilmem kaç saattir üniversiteden verilen bilgisayarları evdeki modeme bağlamaya çalışıyoruz. Bu modelde bir sorun var olduğunu düşünmeden edemiyorum çünkü diğer bütün cihazlar bağlanıyor. Masaya oturmuşum, önümde üç tane laptop var, birinden internetten neler yapabileceğimi araştırıyorum, diğerlerinden de uygulamaya çalışıyorum. Peki niye aynı modelin ikisini de kullanıyorum? Birinin dili Türkçe diğerininki İngilizce, ayarlarda farklılık var.

***

Şuan tuvalet sırası bekliyorum, havalar soğudu bile, üç defa unuttuktan sonra sonunda kendime bir hırka çıkardım valizden. Oda bayağı düzeldi aslında ama eşyaların bir kısmı valizlerde kalıyor. Yan odadaki olmayan kız -ne okuduğunu yine unuttum- geldi bugün. Aslında dün gece gelmiş ama eve giren çıkan belli olmadığından onu da geçici bireylerden biri sandım.

İki gün geçti ama sanki iki ay olmuş gibi hissediyorum. 

***

Portaldaki hesabını açar açmaz "mezuniyetime ne kadar kaldı?" kısmına tıklayan bir insanım. Şimdi yalnız şu hazırlık bitsin yeteeeğğğr diyorum -evet yalnızca iki günde. Ben mi çok şey istiyorum yoksa olması gereken bu muydu da en sonunda oldu? -muhtemelen ikincisi- Hayatımın sefil dönemi olabildiğince zor geçecek sanırım. Bütün gün "poor paul poor paul" diye geziyorum. Gören de evsiz falan sanacak beni.

Liseye başladığımda da böyle olmuştu. Hemen alışıp hemen bıkmıştım. Sonraki senelerde alışmışlık değişmedi ama bıkkınlık yerini rahatlığa bıraktı. Ama kolay olmadı tabi, o zaman da ilk senem çok sıkıntılı geçmişti, bir de ergenlik vardı. Ooo, çek çekebilirsen beni. Bir uyuz kişiydim ki... Yanlış anlaşılmasın, şimdide de uyuzumdur ama o zaman nasıl desem? Çekilmez bir adamdım; uykusuz, aksi, lanet... Şimdi de uykusuzum ama çekilmez de değilim be. Tabi bunu bir de oda arkadaşlarıma sormak lazım. Neyse ki ikisi de çok mülayim insanlar. Bir tanesinin kısa film yarışmasına katıldığını söylemiş miydim ben ya? Kazanıp ödül aldığını -on bin- peki? Evdekiler "sanatçı şunu yaptı sanatçı bunu yaptı" diye takılıyorlar kıza.

Evdekiler demişken, beni biraz yoruyorlar. Sürekli sohbet muhabbet etmek istiyorlar -özellikle benimle değil tabi, toplu olarak- ben de kıramıyorum, çağırdıklarında genelde gidiyorum. Bizim edebiyatçıyla yan yana isek kendi aramızda sohbet ediyoruz. O bana Barry'nin, ben ona Joshua'nın esprilerini anlatıyorum. Hazırlık bitse de kurtulsak diye isyan ediyoruz, nöbet sırası bize gelince ne halt yiyeceğiz diyoruz falan filan feşmekan.

Burnum üşüyor ya... Elimi ayağımı geçtim şuan burnumun derdindeyim. Ve banyo sırası bana gelir. Hallelujah!

***

Sanırım geldiğimden beri evi ilk kez bu kadar sessiz ve sakin görüyorum. Bu çok harika ama uykumu da getiriyor.  -neden acaba? -geceleri uyuyamadığım için olmasın? -buna ne kadar dayanabilirim ki? -yeter.

***

Ve okulun ilk haftası sona erdi. Ayaklarım sızlıyor şuan, karnım da ağrıyor üşütmüşüm biraz. Eve yeni geldim, cumaları ders on ikide bitiyor, muhteşem bir gün şu cuma.

Sınıfta yirmi kişiyiz, öyle böyle tanıdık birbirimizi. Gerçi hala yarısının adını öğrenemedim ama olsun o kadar, asosyal bir sınıfız zaten. WhatsApp grubunda  bile ya ödevler ya ders kitapları hakkında konuşuluyor. Sınırlar keskin olmasa da ufak tefek gruplaşmalar oldu tabi, fıtri gelişen bir şey. Erkekler arasında daha kesin gibi, kızlar daha rahat. Emin değilim herkesi tanıyamadığım için bana öyle geliyor da olabilir. Ben istiyorum ki hep birlikte bir şeyler yapalım, gruplaşma olmasın ama tabi bu kolay bir şey değil. Öyle olduğunda birey olarak kalmak daha kolay oluyor. Dün ilk kez İsmet Özel hakkında konuştuk, hoca da yabancıydı gerçi, kolay olmadı ama en azından bütün sınıf aynı şeyle ilgilendi, gündem oluştu, görüşler söylendi, bilmeyenler internetten araştırdı.

Genel olarak marjinal bir tip yok sınıfta. Hazırlıkta ikinci senesini okuyan iki kişi var. Biri polismiş, şok olduk duyunca, sınıfa silahıyla geliyor, okuldan sonra işe gidiyor. Duyunca şok oldum, bence çok zor bir şey yaptığı. Bir de iki sene adalet okuyup gelmiş bir kız var, bu normal geldi ama bana. Bunlar dışındaki herkes 18-19 yaşlarında. İki tane hiç Suriye'de yaşamamış Suriyeli var. Ve genel olarak çoğunluk İstanbul'dan. Şehir dışından gelen çok kişi yok. Açıkçası pek çok şehre gitmiş ve farklı şehirlerde yaşamış olmamın bana neler kattığını fark ettim biraz. Neyse, öyle işte. İleride toplu olarak kültür bazlı konularda konuşabilirsek çok güzel sohbetler olacağı kanısındayım.

***

Yoğunluktan şaftımın kaydını söylemem bilmem gerek var mı? Hiçbir şey yazamıyorum, yani yazıyorum da İngilizce yazıyorum. Haftaya writing sınavı ve vocabulary quizim var. Bununla birlikte sürekli insanlarla birlikteyim. Sosyallikten öleceğim herhalde. Bu benim için çok zor, belli etmesem de. Eğer zamanım olursa kültürel etkinliklere katılmak istiyorum bakalım.

Geçen gün ilk yemek nöbetimi yaptım. Yoğurt çorbası ve Kapuska vardı menüde. Bilmeyen çıkabiliyor, Kapuska esasında Rus-Slav yöresinden olmakla birlikte Türk mutfağında biraz değişime uğramış. Bilgiçlik tasladığıma bakmayın ilk kez yaptım ikisini de. Beyaz lahana, pirinç, soğan, salça falan. Yaparken içine azıcık karabiber koyacaktım, meğer kapağı açıkmış, sen bir ton dökül. Tabi yemek bayağı acılı oldu falan ama güzeldi. Çorbamı çok beğendiler ama en azından oradan kesin kurtardım.

Ay sonunda İngilizce sunum yapacağız, bunun için konular belirliyoruz. Herhalde ilk kez sınıfı bu kadar sevdim. Gerçi herkesin konusu hakkında konuştuğum için beni aforoz da edebilirler ama... Yine de çok zevkli. Çok  güzel konular var, onlarınkini izlemek için sabırsızlanıyorum. Ama keşke Türkçe olsaydı da rahatça tartışabilseydik, şimdi ne kadar şey söylesek de anadilde tartışmak gibi olmaz ki. Çok canımı sıkıyor bu, ben istiyorum ki konuşalım, tartışalım bir şeyler öğreneyim bu sınıftaki insanlardan ama sanırım kimse pek hevesli değil bu konuda.

Ama genel itibariyle kızlar arasında ciddi bir gruplaşma yok, erkeklerde var. İlginç olduğunu düşünüyoruz çünkü -en azından ben- buna pek rast gelmemiştim.

***

Bu akşam şu Kültür Merkezi'nin daha açılışı yapılmamış mekanına gittik evdekilerle ama hiç beğenmedik yediklerimizi. Sıcak Cheesecake ve acayip bir tadı olan -ya da hiç tadı olmayan- bir supangle vardı. Üstelik kaç kere peçete istemiş olmama rağmen getirmediler -ulan garson, seni çıkışta yakalarsam var ya- tam masadan kalktık masadakileri toplamaya peçeteyle geldi ya. Ağzını burnunu kıracaktım. 

Geçen gün ablamla orada buluştuk, beni denek olarak kullanıyordu psikoloji şeysileri için sonra bir baktım yanımızda belediye başkanı var. Üstüne üstlük hemşehri çıktık, orası ilginç

Yarın Turşu'yla buluşacağız, üç haftadır görüşmedik herhalde. Telefonla falan konuşuyoruz ama telefon konuşmalarında ayrı bir özürlüyümdür ben, hiç beceremem. Haftasonu da Ankara'ya gideceğiz yine evdekilerle, iki günlüğüne. Çok yorucu olacak muhtemelen benim için ama Ankara'yı seviyorum be. Çocukluğumun şehri sonuçta, orada okumak istemiştim ama olmadı işte. Bunu düşünmeyeyim şimdi. Ha asıl diyeceğim şey şuydu ki bir sürü de ödevim var onları yapmam lazım ama ben şuan ne yapıyorum? Yazıyorum.  

Bir de ev arkadaşlarımızdan birinin annesi rahatsız olduğundan gelmemişti, onun yerine benim çocukluk arkadaşlarımdan biri gelmesin mi? Severim kendisini ama nasıl desem öyle çok da samimi değiliz, mesele yaş da değil sadece iki yaş büyük benden. Annelerimiz arkadaştı, on iki yıl olmuştur tanışalı. Sonra geçen gün fark ettim ki biz aynı liseye gittik, farklı bir şehirde aynı üniversiteye gittik ve şimdi de aynı evde hatta aynı odada kalıyoruz. Bu işte bir tuhaflık olduğu kesin. Bugün ona da söyledim güldü, "Hakikaten..." dedi, "Aferin aferin beni böyle takip et." Ben de güldüm, bunun ilerisinde ne olabileceğini tahmin edemiyorum artık.

*** 

Hakkında yazmak istediğim çok şey olmasına karşın hiçbiri için zamanım olmaması o kadar acı ki. Düşünün şu yazı bile on gün sürdü. Sırf bunun için bile ağlayabilirim. Şimdilik güle güle, bir daha ne zaman yazarım acaba? Ve şimdi... Çok uykum vaaaaaaaaaar!