Perşembe, Mart 31, 2016

kişisel yazan blogger mimi


bunu bir garip şeyma'dan çarpmıştım, gerçi çok uzun cevaplar veremedim ama güzel bir mim. :'')

1-yakın çevrenizde ki insanlara blogunuzdan söz ediyor musunuz?

Lisedeki arkadaşlarımın hepsi biliyor -bu her yazıyı okudukları anlamına gelmez, hatta bloguma çok az bir kısmı bakıyor- ama üniversitedekilere bahsetmedim, ne söyleyeceğim ya, onların dedikodularını yapıyorum bazen, isim vermesem de kim olduğu anlaşılır sanıyorum. o yüzdeeen böyle iyi :D

2-neden blog yazıyorsunuz?

İlk başta kendimi yazılarımı paylaşmaya alıştırmak içindi çünkü bu konudaki hastalık derecesinde takıntım vardı. Kimseye bir şeyimi okutmazdım. Ama tabi böyle olmaması lazımdı, ne yapsam ne yapsam.. Derken böyle bloga başladım, işe de yaradı, daha kolay paylaşır oldum yazılarımı. Bana çok yaradı yani. Şimdi yazmamın sebebi, öyle dertleşme amaçlı, bir film izlersem bir kitap okursam onu da yazmayı seviyorum. Gerçi pek zaman bulamıyorum ama olsun.

3-ilk yazınız ile son yazınız arasında nasıl bir fark var?

eskiden daha eğlenceli, pançak pançak yazılar yazardım. kore müziğiyle ya da dizilerle alakalı falan, biliyorsunuz. işte artık genelde depresif takılıyorum maalesef, hayat zor. siz de sıkılıyorsunuz tabi okurken, haklısınız. komik şeyler yazınca komik olmuyor ama zaten iyisi mi boş verin ötesini, sallayın gitsin dünyayı, paramız yoksa da haysiyetimiz var.

4-blog yazmak normal yaşantınıza ne kattı?

bakınız ikinci soru. normal yaşantıma, yazılarım konusunda daha az ketum olmayı öğretti. dertlerimi de en azından bir parça daha kolay anlatmamı sağladı. ve yazarken sorunlar somutlaşıyor, bu hem blog yazmak hem de diğer yazmalar için geçerli. o yüzden kafanız bir konuda karışıksa alın efenim elinize kalemi klavyeyi, dökülün. naçizane bir tavsiye. 

5-yakın arkadaşlarınıza blog yazmalarını önerir misiniz?

ben herkese öneririm ve yazanların da bırakmamasını. iyi kötü, yazın be. insan yazarken çok şey keşfediyor. bir de bu ortam ayrı bir güzel. yani sırf buralarda takılmak için yazıyorum bazen. uzak kalıp soğumamak için. 

6-hangi kaynaklardan ilham alıyorsunuz?

insan kaynaklarından dkjsfghldk 

*on yedi yerinden bıçaklandı*

7-diğer blog sahipleri ile iyi iletişim kurabiliyor musunuz?

şimdi onlara sormak lazım, ne dersiniz gençler?

8-şikayetçi olduğunuz konular var mı?

keşke daha çok zamanım olsa da daha çok yazabilsem. ben sadece kendimden şikayetçiyim. evet blog çok yaygın değil diğer sosyal medya mecraları gibi ama ben memnunum bundan, bırakın öyle kalsın. 


vee bu mimi bu yazıyı okuyan bütün kişisel blog yazarlarına paslıyorum efenim. dökün içinizi.

Pazartesi, Mart 28, 2016

yazdan kalma rüyalar


bir kitabevindeyiz. çok yakışıklı bir erkeğe dönüşüyorum birden ama karşımdaki tom hanks’e de aslında kız olduğumu anlatmaya çalışıyorum. bir de normal bir kız değil, pamuk prensesim! işin en tuhaf yanı ise, tom bana inanıyor.

ayrıca burası öyle bir kitabevi ki kitapların yerini değiştirdiğinizde deprem olmaya başlıyor. nasıl becerdiğini bilmediğim bir şekilde tom kitapların arasından su ve beyaz leblebi çıkarıyor. ben de bu sırada tekrar kıza dönüşüp, onları alıyorum. kolumun altına da bir kitap sıkıştırıp çıkışa yöneliyorum. tom arkamdan “nereye gidiyorsun?” diye bağırıyor. ben de “geziyorum işte” falan diyorum. halbuki az sonra kitabevinin yıkılacağını bildiğim için kaçıyorum. ihtiyacım olan her şeyi de almışım. yemek, su ve kitap. tom ben çıkmadan önce son kez bağırıyor:
-“sakın bensiz protein alma!”

ama çıkışta beni görevli kadın tutuyor. üzerimi arayacakmış, ben de söylene söylene izin veriyorum. sonra çantamdan bir pijama çıkarıyor:
-“sen bununla yatıyor musun? ne kadar lüks!” diyor. ben de elindeki hayatımda ilk kez gördüğüm pijamaya bakıyorum. kadının hayranlıkla baktığı pijama sarı çiçekli, krem bir pijama altı. başka zırnık özelliği yok. ben de “kadın deli mi acaba?” diye düşünüyorum. neyse kadın beni gönderecek gibi durmuyor, en sonunda soruyor: “köpekleri sever misin?”

beni tanıyanlar bilir, köpek manyağı bir insanım ben. sokakta görünce üzerlerine atlarım, sevmek için peşlerinden koştururum falan. ama ne hikmetse diyorum ki:
-“amerika’daki her altı kadından biri köpekleri sevmiyor. ben neden sevmek zorunda olayım ki, bir kere çok pisler…” öyleler böyleler şöyleler… saydırıyorum. niyeyse bu cevaplarıma kadın bayılıyor, fikrime katıldığını söyleyecek ama ben otomatiğe bağlamışım nefes almadan konuşuyorum. en sonunda sözümü bitirdiğimde sadece:
-“evet, bence de.” diyor. ve tam gitmeme izin veriyor ki ben uyanıyorum.

aradan biraz zaman geçiyor, yatakta dönüyorum falan, en sonunda yeniden uyuyorum.

bu kez konserdeyiz. hem de öyle böyle birinin değil, tvxq’nun konseri. üstelik 5 kişiler… ama çok fazla seyirci yok. kapalı bir salon, bin kişi falan belki. sağ baştan sırayla fanlar bölünmüş. jyj severler (mavi ışıklı) yc severler (kırmızı ışıklı) ot5'ler (karmakarışık renkler) ve ne edüğü belirsizler. (bu noktada mantıken ot5'lerin kırmızı lightstickle olması gerekirdi ama benim rüyamda nasıl mantık aranabilir ki?)

işte ben de ne edüğü belirsizler bölümündeyim, lightstickim falan da yok haliyle. bir yandan da düşünüyorum “acaba yanlış yere mi oturdum?” diye. sonra –artık nasıl bir konserse- üyeler fanların yanlarından geçiyorlar. sarılmak, öpmek isteyen olursa istediğini yapabiliyor, öyle bir fanservice yani. ama tabi ben müthiş şanslı insan denk gelemiyorum bu servise. yine de ölmüyorum kıskançlıktan ve rüya devam ediyor.

benim takıntılarımdan biri de yüzüme dokunulmasıdır, nefret ederim. asla dokunamazsınız, öpülmekten de nefret ederim falan filan. ben öyle yerimde paşa paşa otururken birden önümde eski matematik hocam beliriyor. şimdi onu anlayıp çok sevsem de o zaman kavga etmediğimiz bir gün yoktu. okulda olan her şeyden beni sorumlu tutardı. sürekli oyunlar çevirdiğimi sanan bir paranoyaktı yani. “ne karıştırıyorsun yine?” diye üzerime yürürdü, öyle bir psikopat. bana testere sekizmişim muamelesi yapardı. eğer bir yerde konuşuluyorsa, ders kaynatılıyorsa mutlaka sorumlusu bendim ona göre. hep benim yerimi değiştirirdi. tabi aslında bütün bunları bizim iyiliğimiz için yapıyordu ama dediğim gibi o zaman anlayamadım.

rüyamda yine tutturmuştu, neymiş efendim ben çok gürültü yapıyormuşum da beni arkaya koyacakmış da bilmem ne… ben de arkadaşlarımın yanında oturduğum için kesinlikle gitmem diyorum, inat ediyorum. bir yandan da sessiz olduğumu ispatlamaya çalışıyorum ama ne fayda… çünkü zaten ben kendi kendime o kadar çok konuşuyormuşum ki başka sese gerek kalmıyormuş. sonra birden konu bambaşka bir yere geliyor:
-“sen kol kola girmekten rahatsız oluyorsun ama seni görüyorum hep, arkadaşlarınla kol kola gezip duruyorsun alışveriş merkezlerinde.”
-“ben kol kola girmekle ilgili bir şey söylemedim ki, ben sadece yüzüme dokunulmasını sevmiyorum.”
o da inadına elini yüzüme uzatıyor ben de çığlığı basıyorum:
-“dokunmayın!” diye. hani böyle olur ya, herkes konuşur konuşur ve tam siz konuştuğunuzda susarlar, sessizlik içinde sizin sesiniz patlar. yine öyle oluyor, rezillik diz boyu. changmin ve yoochun bana tuhaf tuhaf bakıyorlar, sonra işlerine devam ediyorlar. sonra ben yine öğretmenimle tartışmaya giriyorum, tartışa tartışa uyanıyorum.
               
başka bir rüya da jong suk’un şirketi girls day’inkini satın aldığı zamandı. hiç umurumda değildi ama niyeyse rüyama girdi. bir odadayız. jong suk’un elinde bir kitap, kendi yazmış, bize reklamını yapıyor. girls day da oturmuş hayran hayran onu izliyor, ben de kızları izliyorum. sonra js saçma saçma konuşmaya devam ediyor. yayınevi de belli, everest! içimden diyorum ki "ya everest bu malın kitabını nasıl basmış?" jong suk da aklımdan geçeni okuyor (i hear your voice o zaman daha çıkmamıştı, ona göre ayağınızı denk alın) ve beni dışarı atıyor. bu sefer ben de dışarda propaganda yapıyorum, kitap şöyle kötü böyle kötü diye. o sırada büyük bir kuş geliyor, büyük dediysem harbiden büyük, dört otomobil kadar falan. hemen sırtına biniyorum, kötü kadın kahkahası patlatıp, intikamımı alacağımı söyleye söyleye uzaklaşıyorum.

sonraki rüyada da jyj ile tvxq’yu barıştırıyorum, hem de bizim evde. (tamam kabul ediyorum bu rüyayı görmem o kadar da acayip değil, bilinçaltım hep bununla doluydu.) ondan sonra gidip bir de woo bin ile jong suk’un arası bozukmuş diye onları da barıştırıyorum. en sonunda da canım sıkıldığı için de bayılıyorum.

Pazar, Mart 27, 2016

iftarlık gazoz


Kültür Bakanlığı'ndan yılın en büyük ikinci desteğini alarak ilgileri üzerinde toplayan İftarlık Gazoz filmi, 29 Ocak'ta vizyona girdi. Filmi gündeme getiren ikinci olay ise Cibar Kemal karakteriyle gerçek bir şahsın küçük düşürüldüğü iddiasıyla açılan mahkeme oldu. Her ne kadar dava mahkeme tarafından reddedilmişse de filmin durdurulmasının önüne geçilemedi.

Berat Efe Parlar ve Cem Yılmaz'ın başrollerini paylaştığı film yetmişlerin bir ege kasabasında geçiyor. Başarılı bir öğrenci olan Adem'in yazın gazozcu Cibar Kemal'e çırak olarak girmesi ve oruç tutmasını istemeyen ailesinden gizlice oruç tutması filmin ana hikayesini oluşturuyor. Filmin yönetmeni Yüksel Aksu, Adem'in hikayesinin kendi hikayesi olduğunu da söylemekten çekinmiyor.

Çocuk oyuncuyu inanılmaz buldum ve Cem Yılmaz da karakterini çok iyi benimsemişti. Bu adar halka mal olmuş bir insana bir karakteri giydirmek çok zordur ama oldukça iyiydi yine de. Bol bol ağladığım, sahildeki nine sahnesinde de gülme krizine girdiğim doğrudur. Özellikle akdeniz ege kültüründe yaşamış olanlar daha çok duygulanacaktır diye düşünüyorum. Finaldeki duygusal sahnelerin bir kısmı kasıntı da olsa ben ağlamakla meşgul olduğum için çok da odaklanamadım.

Vizyondan çıkmak üzere de olsa -belki de çoktan çıkmıştır- izlenmesi gereken bir film olduğunu düşünüyorum. Türk sinemasında böyle filmler görmeye devam etmek arzusuyla...

Pazartesi, Mart 14, 2016

yanlış yaklaşımsamalar

20.12.2015
"anlatma da diyemiyorum kimseye, etrafımdaki kimseye de masum diye bakamıyorum artık" dedi kız. (yani umarım karga dememiştir) ben de "ne güzel söyledin, gerçi ben yine de ilk etapta ay ne tatlış insan diyorum herkese, salaklık mıdır bu?" diye sordum. bu soru son günlerde fena halde kafamı kurcalıyordu. bununla ilgili yeni bir post atmak istedim.

etrafımızdaki tanıdığımız tanımadığımız herkese karşı bir ön yargımız var şüphesiz. benim yok diyen var mı? varsa da kusura bakmasın ama imkansız bir şey bu, insansak eğer ve aklımız da varsa azıcık elbette ki evrilmiştir bir yöne ve şekillenmiştir bir şekilde. eh öyle olunca yargılama bizim bilinçli olarak yaptığımız bir şey olmaktan çıkıyor, bilinçli de yapıyoruz tabi. o ayrı bir mesele.

bir kızın çok tatlış olduğuna karar verme sürem otuz saniye. (genelde yalnızca %0.02'sinin olmadığına karar veririm.) bir erkeğin çok tatlış olduğuna karar vermem beş altı dakika. (olmadığına karar verme oranım erkeklerde biraz daha yüksek.) bu verilerden dolayı cinsiyet ayrımcılığı yaptığımı düşünebilirsiniz ama şunu unutmayın; şuan lise arkadaşlarım dışında, ne üniversitede ne de gittiğim diğer yerlerde, bir tane bile yakın olduğum kız yok. tam da bu yüzden bunun nasıl olduğunu anlayamıyorum işte.

salak mıyım? evet. ama böyle nasıl desem iyilik dolu, saf, temiz bir insan da değilim hani. hemen herkesin tatlış olduğuna karar vermemin sebebi ne? (tatlış burada 'pek iyi insan' anlamında kullanılmaktadır.) sonraki bir iki muhabbet iyi geçer, ben hala pembiş haleler görürüm insanların kafasında. bazılarını ikinci bazılarını on ikinci görüşümde kaybolur bu hale. sandığım kadar da iyi olmadıklarını fark ederim. sonra sinirlenmeye başlarım. kızarım, kızarım, patlarım.

şimdi sürecin ne kadar absürt olduğunu, şüphe yok ki fark edebiliyorsunuz. kendi kendime insanları çok müthiş ilan edip sonra da tabi ki böyle bir şey olmadığını fark ettiğimde onlara atar yapıyorum. iyi de aaaağğğğbiiii n'alaka? sen niye kendine kendine ayrı bir karakter yaratıyorsun ki insanlara? mal mısın gerizekalı mısın? biliyorum ikisi birdensin falan ama bir de yoruyorsun, üzüyorsun kendini. evet, salaklığın dik alası budur.

wpos'a göre insanlara pis kaka gözüyle yaklaşırsam hiç sorun çekmezmişim. mantıklı bir söylem olduğunu kabul edelim. eskiden ben de öyle bakardım zaten ama liseden sonra bende bir sevgi pıtırcıklığı baş gösterdi. iyi de herkes öyle iyi olamaz ki? (bana çok sempatik pembiş dediler hep ondan oldu bunlar.) sonunda bir de şöyle bir şey oluyor çünkü, kimseyi suçlayamıyorum. neden? çünkü ilk etapta beklentimi tavan yaptıran şeyler hep benim hayal gücümün ürünü. onlar bunu nasıl karşılasın? e işte sonra yine 'a saftirik çocuğum benim' diye kendimle baş başa kalıyorum. ama tabi yukarıda da söylediğim gibi benim pek de temiz kalpli olmayışım bunu bir paradoks haline getiriyor. ilginç şeyler bunlar tabi.

sonuç olarak efenim, herkes iyi değildir. e herkes iyi olmak zorunda da değildir. herkesin iyi olacağını düşünmek için bir nedeniniz de yoktur. o zaman ne yapıyoruz? ontolojik özlerimizi tokuşturuyoruz. ya da vazgeçtim. çünkü onu da denemiştim, işe yaramamıştı. o zaman dans

Perşembe, Mart 10, 2016

arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu


blind guardian - the bard's song 

yapmam gereken çok şey olduğu doğru ama bloga da yazmalıydım artık. üç hafta olacak neredeyse. gerçi ben çok değişmiyorum ya orası başka bir mesele. yine de ne oldu bakın anlatayım. şubat ayının son cumartesi günüydü. bir kaç gündür hiç iyi hissetmiyordum. insanlara öfkeliydim nedensizce. elle tutulur bir şey yoktu. ama kızmıştım işte, istediğim gibi değildi hiçbiri. kendi kendime hayal kırıklıkları yaşıyordum. insanları olduğu gibi kabul edemiyordum. sanki otorite bendim. elbette insanlar benim istediğim gibi olamazlardı. mümkün değildi bu ama takmıştım kafaya işte. nedendi, neden diyordum, neden beklentim bu kadar büyük? hepsinden önce bana neydi ki? herkes nasıl olmak istiyorsa öyle olurdu, beni ilgilendirmezdi. ama işte takmıştım bir kez, her şeye, herkese. bunalmıştım, ne yapacağımı bilemiyordum.  

haftalar ellerimde ufalanıyor, ne yapsam ne tutsam nereye gitsem

blind guardian - mirror

ne vakit bir yaşamak düşünsem, bu kurtlar sofrasında belki zor, ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden 

sonra bir filme gitmem gerekti. gitmek zorunda idim. sinemaya zorla gidilir mi diyeceksiniz? gidilebilir işte bazen. dört dakikayla kaçırdım ilk seansı, başladıktan sonra bilet satmıyoruz dediler, almadılar. zaten tek başıma orada olmanın tuhaflığı vardı üzerimde. avm'den çıktım, sonra ne olursa olsun o filmi görmeye karar verdim. bir sonraki seansı bekleyecektim. hiçbir şey yememiştim, yemek yedim, bir şeyler karaladım, kitapçıya gittim. filmi izlerken çok ağladım yerli yersiz. metroya bindiğimde öylesine mutluydum ki... nasıl anlatsam bilemiyorum, kaybettiğim o farkındalığı yeniden kazandım diyebilir miyim buna? mutluydum işte. yeniden mutluydum. hayattaki en büyük başarımı geri kazanmıştım, daha ne isterdim? ben, benimle mutlu olabiliyorsam diğer insanların ne kadar ne olabildiği kimin umurunda olurdu?  

blind guardian - nightfall

sonra geçen gün yine ağlama duvarı olmuşum, anlattı da anlattı bir arkadaş. Sorun değil, hiç değil, dinlerim. Sorun derdi olduğu insanları tanımam. Sorun onun bu insanları benden daha iyi tanıması ve onun bakış açısından hiç de pembiş görünmeyişi olayların. Ben sadece tanımadığım insanlar hakkında bir şeyler dinlemeyi severim, bana yük olmayacak şeyler. Ama onun anlattıkları öyle ağırdı ki omuzlarım çöktü, içime fenalık geldi. Saat gece iki civarı, ben bildiğim şeylerin altında eziliyorum. Sorunların bir kısmını sonradan çözdüler falan ama bildiğim şeyler de bende kaldı.

insan bir akşam üstü ansızın yorulur, tutsak ustura ağzında yaşamaktan

blind guardian - a voice in the dark

sonra günler geçiyor işte, bir şekilde. çok da anlamadan belki, yine de içinde bulunduğunuz anı anlamak çok zor. üzerinden biraz zaman geçmeli gerçekten ne yapmış ya da ne yapmamış olduğumuzu anlamak için. bugün fuara gittim mesela, açıkçası fuarları neden dünyanın uçlarına yaptıklarını merak etmiyor değilim. dört adet kitap aldım: oliver sacks - müzikofili, david guterson - öteki, robert silverberg - içeriden ölmek, gaetan soucy - müzikhol

fuara gitmeyi teklif ettiğim türk arkadaşlarımın hepsi ya istemedi ya da istemedi. isteyenler müsait değildi. ben de yabancı bir arkadaşla gitmek durumunda kaldım, kendisi çok tatlış bir insan olmakla beraber gün boyu ingilizce konuşmaktan ciğerim soldu. bir de şimdi kalkıp türk edebiyatı hakkında konuşamazsın ki adamla. e dünya edebiyatı da yok adamda. genelde kişisel gelişim ya da psikolojiyle ilgili mesleki kitaplar okuyan bir insan. roman sevmiyormuş beyefendi. ay ne diyim ben sana? neyse, şimdi ta nereye kadar geldi, hakkını yiyemem. gerçi ben gel dememiştim ama iyi oldu yine yalnız gitmektense. sonra efendim bu arkadaş normalde pek komikti, bir durgunluk vurmuş bana. sabah da okulda türkçe pek de güzel olmayan bir şarkı dinleyip sözlerini çevirtiyordu bana. al buyur buradan yak, müzik de konuşamazsın ki. film zaten geç. eee? dört saatte konuştuğumuz şeyler hep boş: yürüyen merdivenler, lanet trafik, benim geçenlerde çektiğim şey(film denmez ona), kampüsün taşınması,  fuarın beni hayal kırıklığına uğratması, onun hiç kitap almamış olması -buna fena taktım da ben, niye geldik be o zaman- benim yorgunluktan ölüyor olmam. Tam dönüş yolunun sonunda kardeşlerimiz hakkında konuştuk, o güzeldi. üç kız kardeşi varmış, ikisi ondan küçükmüş. ablasıyla küçükken hep kavga ederlermiş, şimdi ablası amerika'daymış, bazı ikamet sorunlarından dolayı ülkeden çıkamamış bu yüzden onu üç yıldır görmüyormuş. I miss her too much, deyince bir duygulandım. ablamın yanına gidesim geldi, seviyorum ablamı. iyi ki var, dedim içimden.

blind guardian - curse my name

karanlıkta bulutlar parçalanıyor, sokak lambaları birden yanıyor, kaldırımlarda yağmur kokusu

güneş batıyordu ve ben ölüyordum. arkadaşın bir şeyler yapma teklifini geri çevirdikten sonra eve gittim, yatağımda yarın baygın uzandım. son günlerde uyuyamamış olmamın yanında çok yorulmuştum. yarın içinse biraz endişeliyim tabi. pek bilgim ve tecrübem olmayan bir alanda görevlendirilmiştim. yarınki toplantıda sorumluluklarımın nasıl olacağını yarın göreceğiz elbette. sonra yemeğe çağırdılar, derken sohbet muhabbet, bayağı eğlendim. tabi kafa güzel olunca daha bir eğleniyor insan sanki.

sonra odama geçtim, okulda bir kaç hafta öncesine kadar belki en yakın arkadaşım olan insanla atıştık yine. son zamanlarda kendisine karşı öfke doluyum. sinirlerimi bozuyor, biraz da vicdan azabı çektiriyor. yoruyor beni, çok yoruyor. sorunu söylemek yok ama arada laf sokuyor. Kızacaksan adam gibi kız, söveceksen söv diyorum. Böyle yarım hareketlerden hoşlanmıyorum. Güzel bir arkadaşlığımız vardı, şimdi bir şey kalmadı. benim suçumdu değil mi? dürüst olmamak mı gerekiyor bazen diye sorguladım. bana bunu düşündürttüğü için de kızıyorum ona. umurumda değil, ben böyle iyiyim. herkes söylesin düşündüğünü, kavga ederiz belki, sonra barışırız. her zaman aynı arkadaşımı örnek veriyorum, mesela o arkadaşımla o kadar çok kavga ettik ki artık kavga etmiyor olmamızın nedeni konu kalmayışı. ama hala da iyi arkadaşız işte. saydık sövdük ve şimdi o arkadaşımı görsem yine mutlu olurum. ona bunu anlatamıyorum.

hangi kapıyı çalsa kimi zaman, arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu

***

-yaşama sevincimi yedin
-teşekkür ederim
-mutlu musun?
-değilim, sen?
-sıkıntı var içimde, vicdan azabı sanırım
-neyin vicdan azabı?
-senin yüzünden
-teşekkür ederim 
-şimdi mutlu musun?
-neden mutlu olayım?
-anlamaya çalışıyorum
-cevap veriyorum
-sana bir şey diyeceğim
-söyle
-boş ver gitsin