Salı, Mayıs 31, 2016

"yine japon filmi mi izliyorsun?" #8


Sanırım yıllar geçse de  benim değişmeyecek bir sevdam var, japon filmleri. Tabikisi çok dandik olanları da var ama genel olarak beğeniyorum ben.


Solanin 2010

Aoi Miyazaki ve Kengo Kora'nın başrolleri paylaştığı film üniversiteden yeni mezun olmuş, gerçek dünyada kendilerine yer bulmaya çalışırken hayalleriyle  yetişkin hayatının zorlukları arasında sıkışıp kalan gençleri anlatıyor.

"Tanıştığımız zamanlar neşesiz ve kaygılı olsak da bir şeyler için hep heyecanlanırdık. İşte o dönemlerde gökyüzü neden uçsuz bucaksız görünüyordu." diye başlıyor film. Tam da lise yıllarımdaki ruh halimi özlediğim şu sıralarda filmde kendimi bulur gibi oldum.

Müziğin bolca yer aldığı, genel olarak sessiz sakin ilerleyen bir film. Yirmilerinin başındaki her genci etkileyeceğine inanıyorum, ben çok sevdim.

Bayağı da ağladığım bir film oldu.
Hard Luck Hero 2003

Filmi izledikten çok sonra oyuncuların V6 diye bir grubun üyeleri olduğunu öğrendim. Önce farklı farklı üç farklı ikiliyi görüyoruz filmde: iki iş adamı, iki tane borçlarını ödemekten başka bir şey istemeyen arkadaş, bir de arkadaşı tarafından zorla boks maçına sokulan bir çocuk var. Birbirinden bağımsız bu üç grubun yolları filmin sonunda kesişiyor ama nasıl? Bol tarantino esinli, hızlı ve komik bir film. Bir klipten ilham alınan film yalnızca yetmiş dokuz dakika.



Hero 2007

Konuya baktığımızda gayet ciddi bir film olacağını düşündüm. Bir savcılık bürosu ve sürgünden gelen bir savcı ki bu rolü SMAP üyesi Takuya Kimura oynamakta. Gelin görün ki filmin ilk yarısını gülüp eğlenerek izledim. Zaten bir diziden uyarlanmış olduğundan karakterler tam oturmuş, hepsi ayrıca komik bir tip. 2015'te bir Hero daha çekilmiş, yine Kimura aynı Savcı Kuryu rolüyle bu sefer başka bir davaya bakıyor ama onu izlemek istemiyorum, yan karakterler farklı çünkü.

Filmin hem mesajı çok güzeldi, hem de çok akıcıydı, ayrıntılar çok iyi işlenmişti özellikle. Savcı Kuryu karakteri inanılmaz bence. Reklamlarda gördüğü her uyduruk şeyi alan, asla takım elbise giymeyen, mahkemeye deri ceketle gelen bir savcı. Filmin başındaki fabio muhabbetiyle film boyunca ispanyolca öğrenmeye çalışması ve onun bu tuhaflıklarını tamamen normal karşılayan iş arkadaşları. Diğer karakterler de bir o kadar hoş, Hiroshi Abe'nin canlandırdığı boşanma davasının derdini metresine yakınan Shibayama mesela. Velhasıl kelam, ben filmi sevdim.



L.DK 2014

Bütün klişeleriyle pançak pançak bir liseli aşıklar filmi. Başrolleri bir araya getiren aksilikler, iyi arkadaşlıklar, gizemli geçmişler, ilişkideki üçüncü adam, ara bozucu kötü kız, maydanoz abi. Filmin başında o kadar gülmeseydim sonuna kadar çekilmez yani. Ama arada bir katarsis yaşamak için insan böyle pembe masallar izlemeli diye de düşünmeden edemiyorum. Çerçeveler güzeldi, sinematografı iyi iş çıkarmış.



Like Someone In Love 2012

İranlı yönetmen Abbas Kiarostami'den kült bir film. Cannes'da iki dalda aday gösterilen Japonya-Fransa ortak yapımı film ek iş olarak telekızlık yapan bir üniversite öğrencisini anlatıyor. Bu öğrencinin yaşlı bir akademisyene gönderilmesiyle ikisi arasında gelişen farklı iletişim ve kızın sevgilisinin olaya dahil olmasıyla durum ilginçleşiyor. Tabi genel olarak durgun bir film, kadrajlar etkileyici, olaydan ziyaden durumlar, duygular hakim. O yüzden kendinizi filme tamamen vermezseniz tamamen boş bir film olabilir sizin için. Kafa hafif dumanlıyken izlemek en iyisi bence, sessiz bir akşam için güzel bir film.

Nobody to Watch Over Me 2009

Katilin kızkardeşi olmak...

Oscar'da Yabancı Dilde En İyi Film ödülünde Japonya'yı temsil etmesi için seçilmişti. Katı bir baba, ailesinin mutluluğuna kendini adamış anne, babasının baskısı altında ezilen ve eğitim sisteminin mağduru bir genç ve bütün bunların karşısında on beş yaşında bir genç kız. Abisinin cinayetten tutuklanmasıyla toplumun katille birlikte ailesini de nasıl toplumdan tecrit ettiğini anlatan bir film. Senin oğlun mu öldürdü, o zaman sen de suçlusun, cezalandırılmalısın. Bunun kabul edilemez olduğunu düşünüyorsunuzdur, herkesin günahı kendinedir diyorsunuzdur ama Japonya'da ve Kore'de de bu olaylar çok yaygın olarak GERÇEKleşmekte. 

Ünlü Japon Aktör Koichi Sato'nun ailesi dağılmakta olan bir polisi oynadığı film, katilin kız kardeşi ya da sadece Saori'nin koruma altındaki iki gününü anlatıyor.



Urutora Mirakuru Rabu Sutori 2009

İsmi "hayatın sade özü" ya da "aşırı mucize aşk hikayesi" olarak çevrilebilecek Kenichi Matsuyama'nın başrolde olduğu inanılmaz çılgın ve şirin bir film. Yojin ninesiyle kırsalda yaşayan, hayatını tarımla geçiren, zihinsel olarak normal insanlardan biraz farklı biridir. Yerinde duramaz, ani kararlar verir, unutur... Derken Machiko isimli bir öğretmen kasabaya gelir ve Yojin onunla evlenmeye karar verir ve hayatını Machiko'nun sevgisini kazanmaya odaklar. Machiko'nunsa eski sevgilisi ölmüştür ve acı çekmektedir.

Absürt bir şeyler arıyor ve hayata farklı bir yönden bakmak istiyorsanız müthiş bir film olabilir.

The Wings of the Kirin 2012

Nihombashi köprüsünde bir adam ölür. Yaralı  adam sekiz dakika boyunca yürüyerek oraya gelmiştir. Kirin'in kanatlarının anlamı nedir, katil kimdir, adam neden  yürümüştür vesaire derken film ilerliyor. Dedektifimiz Hiroshi Abe. Açıkçası çok etkilendiğimi söyleyemem, sıkıldım ve pek etkileyici bulmadım. Genç çift için çok üzüldüm, belki biraz da ağladım ama o kadar. Öyle pek tavsiye edemeyeceğim bir film.

SPEC Close Reincarnation 2013

SPEC serisinin son filmi galiba. Belki de değildir. Manyaklığın ötesinde bir manyaklık. Japon mitolojisinin tuhaflığı bir yana Japonların kendisi de bir acayip. Bu nasıl bir kafa bilmiyorum. Hiçbir şey söylemek de istemiyorum film hakkında.


Çarşamba, Mayıs 18, 2016

ondörtmayıs


00.57
yine midem bulanıyor, nefes almak için dışarı kaçtım, balkonda yeni astığım çamaşırlarımla oturuyorum, acaba ikinci turum sona erdi mi diye düşünüyorum, oda arkadaşım içeride henüz başlamamış finalleri için çalışıyor, belki de ödev yapıyor, emin değilim, pek umursamıyorum, ders değil de çalışmak bana hep uzak, kış uykusundaki aydın gibiyim bu konularda, düşünmek ve yazmak benim işim de diğerleriyle uğraşmayı beceremiyorum gibi, hayır ama kibirden değil, nasıl anlatsam bunu, ben kendi işlerimi hep kendim görüyorum, zaten ailesinden uzak olan her öğrenci bilir, yurtta da kalmıyorum, temizliktir yemektir pazardır faturalardır, domatesin kilosu kaç liradır biliyorum böyle şeyleri, zorlanıyorum bazen tabi hem ev işlerini idare edip hem de sanat icra etmeye çalışırken ki bir de arkadaşlar var tabi, insanın canı boş yapmak da istiyor, sene başında kafede bomboş oturuşumuza kızardım çok, sıkılırdım da sonra yeri geldi o günleri aradım, biraz durulsa da ortalık sıkılsam dedim, şimdi o çok yoğun zamanlarımda değilim, o zamanları da aramıyorum, yine kendi içime döndüm, ne kadar yalnızsam kendimi o kadar seviyorum, bazı şeyleri yalnız yapmak gerçekten güzel, yalnız sinemaya gitmek, kitapçıya, akademiye, okula, eve gitmek, yalnız yemek, uyumak, uyanmak, artık insanlar pek yapmıyor böyle şeyler, çekiniyorlar, toplum yadsıyor yalnızları, yalnızlık bir seçim olamıyor insanların gözünde, bir zorunda kalış gibi algılıyorlar, okul bu aralar sıkıcı diyorum, yalnız takılırsan, kütüphaneye gidersen tabi sıkılırsın diyorlar, halbuki ben kendimle çok eğleniyorum, sıkıntı insanlarla birlikteyken, bunu anlamak zor, sosyopat diyorlar, insan sevmiyorsun diyorlar, insanlarla ciddi sorunlarım olduğu doğru ama sevmiyor değilim, onlar olmadan yaşayamayacağımı biliyorum, insanlığın benim en temel malzemem ve ihtiyacım olduğunu anlayalı çok oldu ama bu bir şeyi değiştirmez ki sadece canım hiçbir şey yapmak istemediği zamanlarda boş yapmak da istemiyor, uzun süreli bir depresyona girdiğimden şüpheleniyorum bazen ama vazgeçiyorum sonra, okuyorum ve izliyorum ve dinliyorum ve yazıyorum şüphesiz, sırf insanlarla konuşmak ya da başka bir yolla iletişime geçmek istemiyorum diye bu depresyonda olduğum anlamına gelmez ki gelmemeli en azından ama başka şeyler de var, saat bir sıfır dokuz, yarın sabah erkenden kalkmalı, oda arkadaşımı uyandırmalı ve senaryo dersi için dağları delmeliyim, yolum uzun ama son dersim olabilir o yüzden bunu yapacak ve eğer ölmez de sağ kalırsam inşallah gideceğim, bu işe başlarken senaryo kısmıyla aram iyi olur diye düşünmüştüm, sonuçta karalıyoruz bir şeyler ama zamanla fark ettim ki hikaye yazan insan senaryo yazamaz, yönetmenler iyi şair olur ama iyi hikayeci olamazlar, tabi genelleme yapmamak lazım ama istisnalar bilirsiniz ki bozmazlar kaideyi, edebiyatla uğraşırlarsa şair olurlar genelde, senegalliler dahil değil, yine sırtım ağrıyor ve saate baktıkça beynimin sol tarafı, yani mantıklı olan kısım, yatmazsam iyi olmayacağını söylüyor, hava soğuk değil bu yüzden onu bastırmak kolay, eğer donsaydım karşı koyamazdım çünkü de ondan, dün, gerçi teknik olarak artık geçen gün, pikniğe gittik, eski günlerdeki gibi deli gibi koşturdum, bağırdım, oynadım, terledim, yoruldum ve bugün uzun zaman sonra çıldırışımın ceremesini çektim, bütün kaslarım sızladı, üstelik uyuyamasam bile elbette, erken yatmıştım, biraz haksızlık diye düşündüm tabi ama yine de güzeldi, pişman değilim hiçbir şey için, çocuk olmayı özlemişim, sonra geçen akşam da kadıköyde kaybolduk ve gelince film izledim ve sabah kurabiyeleri yaktım ama bunlar için de değilim çünkü çok yorulsam da yaşamak bazı noktalarda güzel olabiliyor, sinir ve stresiyle birlikte hem de, gece vakti balkonda ay ışığında otururken bana hayatın lanet olduğu kadar muhteşem olduğu bilgisi de indiğinden ne olursa olsun üzüldüğüm kadar mutluyum, yine de her zaman değil, bir kaç gün sonra eve dönecek olduğumu bilmek de oldukça etkili tabi ama düşünüyorum da bir sene bitti, inanılmaz hızlı ve ben artık hazırlık öğrencisi değilim, bunu düşününce, yani giden bir yılı, midem daha çok bulanıyor ve çok canım sıkılıyor, kuş vuralım istersen
01.19

Pazartesi, Mayıs 16, 2016

35. istanbul film festivali


çok erken olduğunun farkındayım tabi, sürekli bir şeylere başlayıp yarım bıraktıktan sonra taşınma ve iki hafta süren internetsizlik. ve tabi bir şeylerin sonu yaklaştıkça her şeyin biriktiğini görür, yoğunluktan çektiğin filmin kurgusunu bile bir ay sonra yaparsın falan.

her ne kadar şuan canım deli gibi film izlemek de istese istanbuldaki son gecem olduğundan kendimi yazma konusunda zorluyorum. ablam kahve yaptı, odasında sadece masa lambası yanıyor, hoş bir atmosfer, deli gibi yürümekten yorgun düşmüş durumdayım. bir şarkı açsam ama ne diye düşünürken ablam ghazal shakari'nin chon mooye to'sunu açıyor, mest oluyorum.

bir istanbul film festivali geçti. önemli tabi, eee sinemacı olduk sayılır bir noktada sonuçta. kendime ne diyebilirim diye düşünüyorum da sık sık, sinemacı uygun geliyor. yönetmen ya da kameraman ya da boom operatörü değilim ama gerekince her şeyim. film akademisinde eğitim görüyor ve üretiyorum da ama okulda hazırlıkta olduğum için sinema öğrencisi bile sayılmam. öyleyse ben neyim? sinemacı işte. izlerim, dinlerim, konuşurum, kısa videolar çekerim, kamera taşırım, ayak işlerini yaparım, sesçi olurum, model olurum. sinemacı işte, sinemanın her ucundan birazcık tutarım. spesifik yaptığım, uzmanlaştığım bir noktası yoktur. öyle işte. sinemacı.

film festivali tabi ki harika bir şey. özellikle de festival filmlerine bayılıyorsanız ki bu filmleri internetten orijinal dilinde bile bulma ihtimaliniz de yoktur, gerçekten inanılmaz bir fırsat. gel gelelim biz de insanız, bizim de hali hazırda bir okulumuz bir programımız var. Azıcık daha uzun tutsan şu festivali ne olur sanki? diye hüzünlendim çünkü isteyip de izleyemediğim çok film oldu ve bunları kim bilir nerede nasıl izlerim... neyse işte acım derin. yalnızca altı film izleyebildim. lafı çok uzatmadan bahsetmek istiyorum.

emre konuk - çırak
zaten başını hocamız kendisi izletip incelemişti, yani hocamı derken emre konuk'tan bahsediyorum. o zaman da çok beğenmiştim, şimdi de çok beğendim. çok keyif aldım ve türk sinemasına -eğer öyle bir şey varsa- biraz daha ısındım.

andrzej zulawski - cosmos        
zulawski manyak bir adam kesinlikle. manyak ama çok iyi bir filmdi. uzun süre etkisinden çıkamadım. başroldeki oyuncuya da bittim, o nasıl muhteşem bir rol yapmaktır, çok iyi bir filmdi.

aslı özge - auf einmal
aslı özgenin bir önceki filmi köprüdekileri izlemiş biri olarak biçim açısından ilerlediğini düşünsem de içerik bakımından gerilediğini ne yazık ki düşündüm. gerçi film sonundaki söyleşide filmi çekerken ne düşündüğünü anlatınca fikirlerini çok hoş buldum ama yeterince aktaramamış ya da ben anlamadım diyerek sözümü sona erdiriyorum.

liang zhao - behemoth
kafalardaki sanat filminin karşılığı, inanılmaz az derecede diyalog vardı ama bence çok etkileyici bir belgesel-filmdi. içindeki bütün metaforlara bayıldım.

mani haghighi -  ejhdeha vared mishavad!
sanırım en çok beğendiğim filmdi. bir daha izlemek için sabırsızlanıyorum. çok çok inanılmaz bir film. yönetmeninin sapığı olabilirim yani. çok imrendim yaaa, efsane diyebilirim. bir başyapıt benim için.

pengfei song - underground fragrance
çok tatlı bir filmdi, böyle bittikten sonra hafif bir hüzün ufak bir tebessüm. yaaaa amaaaa falan dediğim, içimin sızladığı ama ne bileyim tuhaf da bir iyi bir hisler... karışık.

festival bittikten sonra hızımı alamayıp istanbul modern'e dadandığım da doğrudur. şimdilik bu kadar, çok yakında yine gelicem. yine aforizma kasmaya tabi. 

not: şaka bir yana, ağzıma ne gelirse onu diyen, aklına geleni yazan bir insanım. düşünmek iyidir tabi ama samimi olmak daha iyidir.
not2: ablam aynı şarkıyı beş zilyonuncu defadır dinliyor, fenalık geldi.