Cumartesi, Temmuz 30, 2016

"yine japon filmi mi izliyorsun?" #10




Suicide Song 2007

Baştan sona acayip bir film. Tür olarak satirik korku filmi diye geçiyor ve ilginç olarak AKB48 üyelerinden birçok kişi var. Aslında filmin konusu karmaşık görünmüyor, bir şarkı var ve bu şarkıyı dinleyenler intihar ediyor. Dergileri kapanmak üzere olan bence sayko sayılabilecek bir takım gazeteciler de bu olayın peşine düşüyor. Ama kesinlikle sıradışı bir film. Ne demek istediğimi ancak izleyince anlayacaksınız. İlk başta film çok karışık ilerliyor ve parçaları birleştiremediğiniz için "ne oluyor ya?" şeklinde bakıyorsunuz ama bu ilginizi toplamanızı sağlıyor. En azından benim öyle oldu. 

Yusuke Isaya'nın rolü muhteşemdi, oyunculuğuna hayran kaldım. Kızlardan Sayaka Akimoto iyiydi, başroldeki kıza, sanırım adı Yuko ayar oldum, diğer başroldeki Ryuhei Matsuda'ya da. Ne varsa yan rollerde var. Yine de manyak bir film. Mistik tarafı oldukça yoğun ama o dünya içinde bir mantık var. Bu tarz filmlerden genelde çok hazzetmem ama yine de beğendim.



A Cheerful Gangs Turns to Earth 2006

Bunu arkadaşımla izledik ve ikimiz de çok gülsek de pek kaliteli bir film olduğunu söyleyemem. Ama en azından abuk olması için abuk yapılmış bir film ciddiyetle yapılıp da abuk olan bir filmden beş bin kat iyidir. Ve sonuçta bizi oldukça neşelendirip bir kaç gün beğenmediğimiz bütün şeylere "hiç romantik değil" dememize sebep oldu.

Oyuncu kadrosu pek dikkat çekici olan dört farklı ve ilginç kişiliğin birlikte yaptıkları bir banka soygunu üzerine. Takao Osawa (yalan dedektörü), Kyoko Suzuki(aşırı hassas zaman algısı), Koichi Sato(geveze bir romantik) ve Shota Matsuda(cepçi). Film zaten saçmalıklarla dolu olduğundan gülüyoruz ama daha komik olan şey benim "bir de böyle böyle oluyormuş hahaha" dediğim her şeyin olmasıydı. Filmin sonuna doğru arkadaşım artık "yuh be yuh" falan diyordu. Kısacası biraz eğlenmek istiyorsanız güzel bir seçenek olabilir.

Platinum Data 2013

Bunu da yine aynı arkadaşla izledik ve karakterlerin adlarını aklımızda tutamadığımız için saçma sapan lakaplar taktık. Misal başrol için bücürük, mıncık, ufaklık gibi oldu, özür dileriz Kazunori Ninomiya, zaten minik de olsan sevdim ben seni, önce aşırı gıcık olsam da. Evet bütün film birbirimize soru sorduk, "bu kimdi, hangisiydi, ne oldu, anlamadım, kaçırdım, çişim geldi iyi izle anlatacaksın" şeklinde. Anlaşıldığı üzere son repliğin sahibi tabi ki benim, filmi durduracak kadar mühimsemiyorum ama ne olduğunu da anlamam lazım, habire de çişim geliyor her zamanki gibi.

Yıl 2017, başrolümüz zeki bir adam, hükümet için bir yazılım üretiyor, bir dna parçasından kişinin bütün bedensel haritasını ortaya çıkarıyor. Ama ya yazılımcının kendisi bir cinayetin şüphelisi olursa? Dedektifi ise Etsushi Toyokowa oynuyor. Senaryosu iyi bir film. Sürükleyici olabilir. Aaa bir de Kiko var, GD'nin Kiko'su evet.


Cut 2011

İzlediğim en iyi Japon filmlerinden biriydi. Gerçi her ne kadar japon oyuncularla japonyada çekilmiş bir film de olsa İranlı yönetmen Amir Naderi'ye olduğu için japon filmi dememeliyim belki de. 31.istanbul film festivalinde ülkemizde de gösterime girmiş ve altın lale için yarışmıştı. Başrolde Hidetoshi Nishijima var, fakir bir sinemacıyı oynuyor, sinemayı yalnız para kazanmak için bir araç olarak göre herkese savaş açmış kendi dünyasında. Abisinin ölümü ve ondan kalan borcu ödemek için dayak yemeye başlaması filmin hikayesinin temelini oluştursa da bundan daha fazlası var. Ben çok etkilendim ve bir gün yeniden izlemek isterim.



Niini No Koto Wo Wasurenaide 2009

Aslında çok klasik bir senaryo ama gerçek hayatta bunun olduğunu bildiğimiz için ve zaten gerçek bir hikayeden uyarlandığı için çok etkileniyorsunuz. Film boyunca salya sümük, etrafta peçeteler, altyazıyı okuyamama gibi yan etkilerle bitirdim. Zaten ota b*ka ağlayan biri olarak çok da şaşırtıcı değildi.

Karakterimiz gencecik bir çocuk olan Keisuke (Ryo Nishikido), küçüklüğünden beri fizikçi olmak ister ve bunu yapamaması için hiçbir neden yoktur, oldukça başarılıdır. Liseye başladığındaysa bir sürprizle karşılaşır, beyninde bir tümör vardır ve en fazla bir yıl daha yaşayabilecektir. Ama Keisuke ve ailesi tümörle savaşamaya karar verir. Bu film Keisuke'nin sekiz yıllık mücadelesinin filmidir.  

Adrift in Tokyo 2007

Ya da diğer adıyla Tenten. Arada böyle hoş filmler çıkmasa karşıma bu random film izleme işini nasıl devam ettirirdim bilemiyorum. Gerçi bu parttaki filmler iyiydi. Özellikle Cut ve de bu film. Şimdi eminim sizin de benim gibi aklınıza şu çizgi karakter olan Tenten gelmiştir, ee haliyle tabi. Ama gelmesin. Ore Ore'nin yönetmeninden. Diğer filmlerini de izlemek istiyorum ama nerede bulabileceğim hakkında bir fikrim yok. Şöyle japon filmlerini ingilizce altyazılı izleyebileceğim güzel bir site önerebilirsiniz, süper olurdu.

Başrolde Joe Odagiri var, boş beleş bir hayat süren Fumiya sekiz yıldır öğrencidir. (resmen geleceğim) Borcunu ödeyemediği bir gangster vardır ama bildiğimiz gibi değil. Bu adamın amacı bir yolculuğa çıkmaktır, karakola doğru bir yolculuk.  Ve borcu karşılığında Fumiya'dan onunla gelmesini ister. Film Yoshinaga Fujita'nın aynı isimli filminden uyarlanmış. Öyle güzel bir film ki sessiz sakin, huzurlu. Bir gün bir film çekeceksem eğer böyle bir şey olabilir diye düşünüyorum.



Perşembe, Temmuz 28, 2016

deli misin? hayır, çorum


billy joel - movin' out

temmuz sonu ve günün en sıcak saati olmasına karşı sağ ayağım dışında bir sıcaklık hissetmiyorum. sağ ayağımda ne varsa artık. gökyüzü oldukça bulutlu olmasına karşın gözlerim kamaşıyor, gözlerimi kısarak bakıyorum etrafa. ahmet geliyor, ölünce kemanımın ona verilmesini istediğim kuzenim kendisi. beni yalnız bırak diyorum, itiraz etmeden uzaklaşıyor, haşarı bir çocuktu ama her zaman bir erkekten beklenmeyecek kadar hassas, bu yüzden belki kemanımı ona bırakma isteğim.

billy joel - only the good die young

doksan yaşıma kadar yaşamaya karar vermiştim. en güzel eserlerimi seksenlerimde verecektim. uzun yaşayacaktım; marquez, ursula ya da ne bileyim agnes varda gibi. belki bir başka yeni dalganın büyük annesi olacaktım, aslında böyle arzularım pek yok, hayattayken ünlü olmak istemem. nitelikli, ufak ve sadık bir okuyucu kitlem olsa bana yeterdi; çok mutlu olmam için, yazmaya devam etmem için kısa bir yorum yeterdi. beni okuyan insanlarla oturup çay içsem iki lafın belini kırsak.

billy joel - honesty

dün arkadaşımla telefonda konuşuyorduk, arkadaşım dediysem bizim irfan, onu bir sınıfa koyamıyorum,  o yüzden arkadaşım deyince şöyle bir durup düşündüm ne kadar arkadaşız diye. tuhaf bir şekilde her şeyini benimle paylaştı ve şimdi benim diyecek bir şeyim yok, arkadaş olmadığımızı söylersem onunla her gün neden konuştuğuma dair bir açıklama getiremeyebilirim. evet, getiremiyorum. belki sadece entelektüel birikimidir diyeceğim ama o bilmiş bilmiş konuşmaya başlayınca ayar oluyorum öyleyse bu da değil, her neyse bunu uzun zamandır sorguluyorum, cevabı bulunca görüşürüz.

billy joel - my life

uzun zaman her hafta başka bir mesleği edinmeye karar verdim. tabi ki bir süre sonra insanlar benim aslında her konuda ışık hızıyla fikir değiştirdiğimi fark ettiler ve en başında meslek edinmeye dair aldığım kararlar "ya bir yürü git" tepkileriyle karşılaştı. meslek işi zor, ne yapacağımı hala bilmiyorum, açıkçası bir şey yapmak istediğimi de sanmıyorum. yani her şeyi yapmak istiyorum zaman zaman ama hepsi taş çatlasın bir ay süren bir arzular bunlar. yapmaktan vazgeçemediğim tek şey yazmaktı ve ben on iki yaşımdan beri işsiz olacağımı öngörürken haklıydım. ben işsiz olacaktım, yazacaktım. dün izlediğim filmde adam yıllar sonra, lisedeyken herkesin hayran olduğu, üst sınıf bir kızla karşılaşır, "kitabını okudum, yazar olmuş olman çok güzel," der kadın. "ben yalnızca yaşlı bir kadın oldum." Adam güler, "yalnızca bir kitap yazdım, işsizlik gibi bir şey. ama sen hala çok güzelsin" bunu şimdi neden anlattım çok da emin değilim ama aklıma geldi işte, düşünmeden yazdığımı söylemiştim, bu doğru mu bilmiyorum, yani aklıma geleni yazmam. Ama burada nasıl desem, büyük bir sanat ürünü ortaya koymanın peşinde değilim, daha çok kendim olabilmek diyelim ve böyle saçma biriysem, böyle biriyimdir işte, ne yapalım yani?

billy joel - you may be right

konuya geri dönecek olursak ben aslında mutlu olduğumu anladığımda tam anlamıyla yazar olmaya da karar vermiştim. bu ikisi birbiriyle bağlantılıdır belki sonuçta ben bu dünyada ne halt yiyeceğim ulan düşüncesi insanı çok pozitif duygular hissettiren bir duygu değildir. tam tersine hiçbir şeyde sabit kalamayan bir insansanız ve çevrenizdekiler de size "ne ayaksın oğlum sen?" diyorsa, harbiden hiçbir şey olamayacağınıza inanmaya başlıyorsunuz. ve on yıl sonra kendinizi nerede gördüğünüz sorulduğunda bir çay bahçesinde boş beleş otururken görüyorsunuz. ama bunun kötü bir şey olduğunu düşünmüyorum, illa işli olmak zorunda değilim, bu parkların benim gibi insanlara ihtiyaçları var. yazmayı "iş" olarak görmedim, görmüyorum. yazar olmak istiyorum demek, benim işim yazarlık demek değil yani. işsiz ve yazar olacağım.

billy joel - she's got a way

şimdi neden irfanla konuştuğumu söylediğim kısma dönecek olursak onunla da bu mesele hakkında konuşmuş olduğumu söylesem şaşırtıcı olmayacaktır. çay bahçesi meselesini anlatınca ben, peki ertesi gün ne yapacaksın diye sordu. aynısını dedim. işsizlik hakkında pek bilgili olmadığı anlaşılıyordu. peki ya sonraki gün? yine aynısını. belki bir arkadaşım gelir, bana dertlerini anlatır ve ben de ona bir şeyler söylerim, sonra amaaaan boş ver, bak bana evlenememişim ve işsizim, anamın evinde kalıyorum ama mutluyum çünkü istediğim şeyi yapıyorum, yalnızca istediğini yap işte, diğer insanların ne düşündüğünü umursamamak kolay değil biliyorum ama yeri gelince hepsine mübarek parmağı gösterebilip fuck off diyebilmelisin.

billy joel - don't ask me why

... sonra ben de ona dedim ki bazen nedenini sormamak lazım bazı şeylerin. bazen yalnızca ne olduğuna bakmamız gerekiyordur, önemli olan ne olmuş olduğudur ve bunun senin hayatında nasıl bir etkisi olacağıdır. neden diye sorup dururken dikkatini vermen gereken asıl noktaları kaçırıyorsun. sorma yani, neden aşıkmış çocuk güneşe, adam ne için gitmiş oraya... boş ver bunları. odaklanman gereken şey yalnızca camdan izlediğin bir çocuğun sana neler anımsatabileceği, düşündürebileceği ve mutlu edebileceği belki de. boş ver neden gördüğünü o çocuğunu, gördüğün çocuk sen misin onu düşün. uf gene çok çişim geldi ve ben gene gitmeye çok üşeniyorum. sırf bu yüzden sıvı tüketimimi sınırladım ama yine çok içiyorum. hayat zor.

billy joel - good night saigon

neyseciğime gel gelelim ki önce yaşadığım kişisel kriz ardından ülkesel krizin etkisiyle ben neredeyse dört haftadır yazamıyorum abilerim ablalarım. bu yazı döngünün kırılmasıdır aslında. yani şöyle ki zorlama bir hikaye yazdım yazmasına ama yani ölerek yazdığımdan hiç memnun değilim. aile baskısı yani anlayacağınız, bir de tabi çehov tarzı olduğundan babam okuduktan sonra sordum nasıl beğendin mi falan diye, "pek bir şey anlamadım" demez mi? yani o an dilerdim ki babam okumayan bir insan olsun da "şaşırmadım," diyebilsem ama maalesef, kendisi bayağı bir şeyler okur. hatta bir nevi editörüm olarak kullanırım onu yarışmaya hikaye göndereceğim zaman. zaten bunun dışında da okutmuyorum bir şey ama yani diyorum ki o öyle deyince ahan dedim, gene bir halt olmayacak. neyse ki pek umurumda olduğu da söylenemez. şu aralar hiçbir şeyi pek umursamıyorum. ülkenin halinden olsa gerek battı balık yan gider ümitsizliğine kapılışım.

billy joel - uptown girl

aslında yazamamak çok tuhaf çünkü sonuçta yazarken düşünmüyorum değil mi? ya da özel bir şey yazmıyorum. çoğu zaman sadece zırvalık. ama yazamadım işte, tuhaf da olsa gerçek. daha önce hiç bu kadar uzun süre bir yazamama dönemi yaşamamıştım. yazmak en kötünün bir iyisi zamanlarımda bir nevi self-treatment gibi bir şey. bunun türkçesini bireysel tedavi mi yapsam özsel rehabilitasyon, kişisel sağaltım falan mı yoksa? henüz düşünme aşamasında olduğumdan size dönüş yapmıyorum sayın seyirciler, öneriye de açığım.

billy joel - piano man

ve klasik olan parçaya geldik. ben çoğu şarkısını çok seviyorum amcamızın ama kulağımız en çok bunu dinlediği için mi yoksa sözleri bu kadar güzel olduğu için mi bilmem, bu parça çalarken gelen hisler farklı. bugünlerde yaşama tekrardan alışmaya çalışıyorum, bütün gün ve gece anlamsızca düşünmek, kedimle oynamak, haberlere ruhsuz bir ifadeyle bakmak, herkese nefret kusmak, tavanı izlemek ya da gözlerimi kapatıp paralel evrenleri hayal etmekten daha fazlasını yapmaya. bir şeyler okumak, izlemek, yazmak çizmek gibi bu olaylar olmasaydı yapacağım şeylere falan yani. bunun bir kaçış olduğunu biliyorum, gözlerimi kapatmaya çalışmak olduğunu. ama insan kendi mahvoluşu ile yaşayabiliyor da ülkesininkiyle yaşamıyormuş dostlar. ve olanları izleyerek de yaşamaya devam edemiyormuş. çok fazla seçenek yok yani, ya öleceksin, ya çıldıracaksın ya da unutacaksın. doğrusu hangisi bilemiyorum, üç şık arasında savrulup durarak hayatta kalıyorum. haberleri izlerken kafayı yiyecek gibi oluyorum, ölmek çok zor. öyle birisinin seni öldürmesini ya da kazayla balkondan aşağı düşmeyi falan beklemenin bir alemi yok. unutmaksa... insan nisyandan gelse bile unutmak... alçak bir şeymiş gibi geliyor ama insanları, unutmaya çalışan insanları suçlayamıyorum nedense. gerçekten nedeni ne? bu nedenini sorgulamam gereken bir şey mi? bilemiyorum. neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilemiyorum bu aralar. bildiğini söyleyenlere de inanmıyorum. emin olduğumuz şeyleri de sorgulama vaktidir belki kim bilir? 

Cumartesi, Temmuz 23, 2016

ses ve öfke


"İnsan kendi talihsizliklerinin toplamıdır. Bir gün gelir, talihsizlik de yorulur sanırsın sen ama zaten senin talihsizliğin zamanın kendisi olur."

Çok ünlü kitapları okumaya her zaman çekinmişimdir, beklentimin altında kalacak diye ödüm kopar. Bu kitap da bu yüzden çok uzun süre rafımda bekledi ve "yeter ama oğlum, oku şunu artık" dediğim bir sırada okumayı başardım.

William amcamız elli iki yaşında nobel, elli sekizinde pulitzer ödülünü almış. Romanlarında kullandığı uzun, karmaşık anlatımlarıyla bilinç akışı tekniği deyince akla gelen isim olmuş. Ses ve Öfke (The Sound and The Fury), yazarın en ünlü romanı, kendisine göre "en iyi başarısızlığı". Fransız gazetesi le monde'un "yüzyılın yüz kitabı" listesinde ve ölmeden önce okunması gereken bin bir kitap listesinde (yazarın dört romanı ile birlikte) yer alıyor. Orijinalinden okusaydım daha iyi olabilirmiş diye düşündüm bitirince.

Kitap adını Macbeth'te geçen bir monologdan alır. Roman Compson ailesinin dağılışını dört bölümde ve kronolojik olmayan farklı tarihlerde anlatır. YKY basımında sonra Faulkner'ın notları vardır ve bu notlar hikayenin yüzde yüz hayal ürünü olmadığını düşündürtür. Halbuki Faulkner romanın aslında ana karakteri sayılabilecek Caddy'nin bir hikayesindeki karakter olduğunu ve orada yola çıktığını söylemiştir. Öbür yandan ise kitabın belli bir zirve noktası da yoktur. Gerçek hayatta olmadığı gibi.

İlk bölüm Benjamin'in karmaşık zihninin bir ürünüdür bu yüzden okuyucular için oldukça zordur anlaması. Bu bölümde yarım bırakılır kitap genelde çünkü yetmiş küsur sayfa boyunca olayları kafanızda birleştiremezsiniz. Bir kitap okumaya başlarken kafamızda bir harita oluşturduğumuzu, Faulkner'ın ise bu tekniği ile bunu kırdığını duymuştum, bu yüzden olsa gerek kimilerine göre anlaşılması en zor kitap olması. İkinci kısım ilkine nispeten daha anlaşılırdır ve herkesin etkilendiği cümlelerle başlar:

"Pencerenin gölgesi perdelerin üstüne vurduğu zaman yedi ile sekiz arası idi, sonra zaman içinde yeniden buldum kendimi, saati işitince. büyübabamındı ve babam bana verdiği zaman, quentin, sana bütün umutların ve özlemlerin mezarını veriyorum demişti; o daha çok insan yaşantılarının saçmalığına varman için acıta acıta kullanılmaya elverişlidir, böylece senin kişisel ihtiyaçlarını babanın ve onun da babasının ihtiyaçlarını karşıladığından daha çok karşılayamayacaktır. Bu saati sana zamanı hatırlayasın diye değil, ara sıra onu bir an unutasın ve soluğunun hepsini onu elde etmek için harcamayasın diye veriyorum. Çünkü şimdiye kadar hiçbir savaş kazanılmamıştır demişti. Dahası savaşılmamıştır bile. Savaş alanı insanların delilikleri ile umutsuzluklarını ortaya çıkarır ve zafer felsefecilerle budalaların hayalidir."

Üçüncü kısım Jason'ın ağzından anlatılır. Dördüncü kısım ise hakim bakış açısı ile yazılmış gibi görünse de olayları ihtiyar siyahi hizmetçi Dilsey'in ardından takip ederiz. Böylece parçalar birbirine oturur. Bir yerde şöyle bir okumuştum; herkes sessiz kaldığında ses çıkaran, ağlayan böğüren zihinsel problemli kardeş Benjamin'in sesidir "ses" ve "öfke" ise en sonunda bütün sorumluluklar ona kalmış olmasına rağmen hiçbir zaman değer görmemiş Jason'ın herkese ve her şeye duyduğu öfkedir. Ama Faulkner şöyle der:

"Romanın ismi ses ve öfkeydi. Bu sözcükler bilinçaltından geldi. Ben bunları hiç tereddüt etmeden ve Shakespeare'in alıntısının benim öykümün kin ve çılgınlığa uyup uymadığını düşünmeden kullandım. Macbeth'inde şöyle geçer: 'Hayat, bir budalanın anlattığı hiçbir şey belirtmeyen gürültü ve öfke dolu bir öyküdür.' Roman kısa bir öyküden kaynaklanmaktadır. Bu kısa öykünün herhangi bir özel konusu yoktur. Ölen anneannelerinin gömülmesi sırasında evden başka bir yere gönderilen birkaç çocuğu anlatmaktadır. Onlar ne olduğunu anlamayacak kadar küçüktürler. Bu romanda körü körüne olan egoistçe günahsızlık ile ilgili düşüncelerin nerelere ulaşabileceğini görmek istedim." -insanokur

Sartre'ın kitapla ilgili yaptığı kritik her zaman en iyisi olarak kalacaktır.

"Sevgi ve kederin düşünmeden satın alınan ve durduğu yerde faiz getiren ve tanrıların arada sırada piyasaya sürdükleri başka hisse senetleriyle ilan gerektirmeden değiştirilen bir senet olduğu düşüncesine inanmak zor.”

edit: 2014 yapımı olan filmini izledim. gerçekten iyi bir iş olmuş, kitabına orijinaline büyük ölçüde sadık kalınmış, oldukça başarılı buldum.

Cuma, Temmuz 22, 2016

ben şiir yazmam

22.05.2016

yağmur yağıyor.
bütün gece yağdı.
ve bugün daha çok yağacak.
söylemiştim. (kızmayın hemen)
-sen kahin misin
diye sormuştu arkadaşım.
-kahin olsaydım hava durumundan önce bakacağım şeyler olurdu
demedim. (bazen üşenirim konuşmaya)
ama muhtemelen bana ne olduğuna bakardım.
ona ne olduğuna.
diğer arkadaşlarıma.
aileme.
olmayan sevgilime.
yazmadığım kitaplara.
çekmediğim filmlere.
bir türlü düze çıkamayan ülkeme. 
öğrenmek istediğim çok şey var.
(halbuki sadece öleceğim sonunda)
ne olacağını bilsem yaşama hevesim kaçar mıydı?
diye düşündüm. (spoiler sevmez insanlar)
ama zaten kaçmıştı.
yaşamak konusunda istekli değildim.
(doksanımı göreceğime karar vermiş olsam da)
umudum var mı?
-şüphesiz
(bir şekilde yaşamam gerekiyor)
ama güzel günlerin geleceğine inanıyor muyum gerçekten?
-hiç sanmıyorum.
hep daha kötü olur.
bir inarritu filmi gibi.
bittiğinde şükrederim hayatım.
leşimi kim sürükler ardından.
ve de toprağın altına koyar beni.
pierre loti'ya gömmezler muhtemelen.
-yer kalmamış
demişti teleferikteki kız.
sanki bilmiyormuş gibi yanındaki.
(zavallı adam rol yapmak durumundaydı)
ama benim de mezarımın kenarından geçerler özçekimçubuğu ile.
-ne kadar da çirkin bir kelime.
-kendi kadar uzun ve biçimsiz.
ve gülümserler kameraya.
bir klik süresi kadar.
sonra yeniden eskisi gibi asılır suratlar.
sağa sola bakmadan bitirirler yolu.
ne toprağın kokusu, ne uzaklara dalmak.
bir fotoğraf serisi de şehir manzaralı sonra.
-aman unutmayalım çekilmeyi!
bu bir şiir değil.
yanlış anlaşılsın istemem.
-bu da şiir mi, hay ben modernitenin...
diyenler olabilir.
(ben de küfrederim bazen)
hayır efendim, değil.
alt alta yazılan her şey şiir değildir.
yazılmayan çok şiir vardır hem.
ölüm olur diyorlar bunlar final sahnesinde.
(ki etkileyici olsun)
nokta koyuyorum her satır sonuna.
uçup gitmesin, kendini kaybetmesin.
bana benzemesin yani.
-böyle tutabilir miyim yaşamı elimde?
(hiç sanmıyorum)

ha bir de unutmadan.
ben değil ama.
gençler yazsın şiirleri.
lisede karalasınlar defterlerine.
ortaokul da caizdir.
bırakabilirler sonra, önemli değil o kadar da.
(bırakmasalar daha iyidir tabi)
benden şair olmaz deyip kaçmayın olm.
herhalde olmaz.
bakın mesela benden de yazar olmaz ama.
yazıp duruyorum.
gelecek vaat etmiyorsa ne olmuş.
sanki yaptığınız diğer her eylem.
ya da her diğer.
gelecekte size yüzde on iki buçuk karla dönecek.
a şapkalı evet.
yazın oğlum yazın.
şiir yazın, mektup yazın, komikli sözler yazın.
hazır elinizde kalem.
tamam çevirin, sırayı kazıyın, çeşitli numaralar da yapın ama.
yazın, düşünmeyin, amaaaaaan.



Pazartesi, Temmuz 04, 2016

daktilocu


bu yaz güneş daha hızlı batıyor. pembeler ve morlar bu yaz daha güzeller. şehrin silueti daha berrak. ve akşamlar daha sıcak.

aydınlık.

kalabalık.

sting - lullaby to an anxious child

"artık çocuk değilsin," demişti çok değer verdiğim biri. on dört yaşındaydım ve o konuşmaya devam ederken yüzüne bakamıyordum. çocuk olduğumu düşünüyordum. çocuktum.

"ne yapıyorsun çocuk," derdi o zamanlar benim için çok değerli olan biri. on altı yaşındaydım ve ona sarılmayı çok severdim. çocuk olduğumu biliyordum. çocuktum.

"yine de hala çocuğum," dedim kendime. on sekiz yaşındaydım ve korkuyordum. çocuk olduğuma, böyle kalabileceğime inanıyordum.

"ben çocuğum," demek istiyorum. hala. hep. sonsuza dek. on dokuz yaşındayım. boğazıma bir şey takılıyor, sesim çıkmıyor, konuşamıyorum. çocuk olmadığımı biliyorum. susuyorum.

fiona apple - child is gone

ben artık çocuk değilim, demedim hiç. öyle düşünmedim. ben hep çocuktum. öyle kalmalıydı.

"siz küçük prensi sevenler," demişti "hala çocukmuş gibi davranıyorsunuz ama ciddi ve sıkıcı yetişkinlersiniz." inkar etmemiştim. "zaten o yüzden seviyoruz," babından bir şeyler zırvalamıştım. ama insanlar iki yüzlü. bir çocuk kadar masum olup bir ihtiyar kadar tecrübeli ve zeki olduklarına inanmak istiyorlar. o yüzden bağlamına göre çocuk olup olmadıklarını söylüyorlar.

inanmıyorum.

ne derseniz oyum, nasıl isterseniz öyleyim. itirazım yok. bu içimde bir yerde ortaya çıkmayı bekleyen çocuğun bedeli ise, evet. aptalım. aptal olmak kötüdür. eşit olamamak. arkadaş olamamak. rol yapamamak. ama zeki olmak istemiyorum. akıllı olmak. başka biri olmak. oyuncu olmak. 

siz ne düşünürseniz düşünün, sen neye inanırsan inan, ben aslında sadece benim. her şeyim. hiçbir şeyim. dünyanın umurunda değilim. dünyanın varlığını reddederim. üf amaaaaaan çok da şey etmemek lazım

bu haziran geçenki gibi, hala serin ve yağmurlu. ama havalar ısınacak. temmuz. ağustos. eylül. bu yüzden o zamana kadar mutlu olmam gerek çünkü sonra, mutlu olmak için çok sıcak.

aydınlık.

kalabalık.

***

"yazmaktan yorulmadın mı?" diye sordu.
"hayır," dedim "yorulmadım."
"tık tık tık... daktilocu ol," dedi.
"parası iyiyse olayım," dedim.

Cuma, Temmuz 01, 2016

göz korkutan kitaplar mimi

12.05.2016

Not: Bu resmin burada ne halt aradığını sorabilirsiniz. Sizi anlayışla karşılarım. Ama Ursula teyzeyle aramın bir hayli iyi olmasına karşın bu kitaptaki son iki öyküyü canım çıkarak okudum. Bilim kurgu öyküsü okumak bir hayli zor çünkü o dünyanın içine girmek, o dünyanın kurallarını anlamak zor. Yazmak zaten ciddi bir emek ve zeka da işi bence. Demem o ki bu mimde bu kitabın adı geçmeyecek olsa da bana sağlam çektirdi.
Not2: Kadıköyü'ndeki Kabalcı'ya selam olsun. 

Bu mimi görünce tabi ki yapmak istedim. kimse beni mimlemese de ben kendi çapımda kendimi mimleyerek -yes im a loser- bu mimi yapıyorum. -tekerleme olur bundan-

Okuyamadığım kitap:  

Neden okuyamamışım? Mesela Yaşamın Ucuna Yolculuk'u okuyordum, İstanbul'da unutmuşum, okuyamıyorum. Bu da bir okuyamama çeşidi.

Zaman olmadığı için okuyamadığım kitap:

Zamanım olmadığım için daha uzun sürede okuduğum kitaplar var ama hiç okuyamadığım bilmiyorum, hatırlamıyorum.

Bir serinin devamı olduğu için okuyamadığım kitap:

Genel olarak seri okumayı tercih etmiyorum. Mişima'nın Bereket Denizi serisi olabilir belki, seriyi düzgün okumak istediğimden önce seriden olmayan kitaplarını okuyorum.

Yeni çıkan ve okumadığım bir kitap:

İşin aslı yeni çıkanları pek takip etmiyorum. Ha ama eğer yeni çıkmış sayılırsa Kırmızı Saçlı Kadın'ı hala okumadım.

Okuduğum bir kitabını beğenmediğim için o yazardan okuyamadığım bir kitap:

Biliyorum tuhaf gelecek ama ben birinin bir kitabını beğenmediğimde ikincisini okuma ihtimalim beğendiğim yazarınkini okuma ihtimalimden yüksek. Bir yazarı yargılamak istediğimde genelde bundan emin olmak isterim. Ama belki İlhami Algör diyebilirim, Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku'yu zorla okudum ve güzel kapaklarına rağmen diğer Algör kitaplarına yüzümü buruşturarak baktım. Ve nö, tenks.

Aranot: Bu kitabı ne kadar sevmediğimden daha önce de bahsettiğimi düşünürsek sanırım son zamanlarda okuyup da beğenmediğim tak yazar olabilir kendisi. 


Havamda olmadığım için okuyamadığım bir kitap:

Tolstoy - Sanat Nedir?

Nedenini bilmiyorum ama bir türlü onun havasına giremedim. Zaten sürekli sanat nedir diye tartıştığımız içindir belki. Belki sadece kafamı adam gibi toplamadan okursam mahvedeceğimi düşündüğüm içindir. Rezil bir konsantrasyonum var.

Çok büyük olduğu için okuyamadığım bir kitap:

Büyük derken kalın mı demek istenmiş? 1084 sanırım, bir kere onu okurken bir yerde bir yere taşıması zor. Yani sadece evde okuyabilirim. Ama bunun için bile kitabı alıp eve getirmem lazım ki kolay değil.

Kapağını beğenip aldığım ama kötü yorumlar okuduğum için okumadığım kitap:

Almışsam okurum ya, her şekilde yani. Bir de sadece kapağı güzel diye kitap almam. O yüzden henüz başıma böyle bir şey gelmedi.

Okumaktan en çok çekindiğim kitap:

Türkçe felsefe kitapları. Nasıl oluyor da ingilizcesinden zor anlıyorum bilmiyorum. En son Hilmi Ziya Ülken'in çevirdiği Spinoza'yı Anlamak kitabını okumuştum, öldüm öldüm dirildim. Terimleri çevirirken başka bir dile dönüştürüyorlar. İngilizcesini okumayı tercih ediyorum artık.

Uzun zamandır okunmayı bekleyen kitap:

Peyami Safa - Yalnızız

Rafta çürüdü kitap be. 

Ay evet bu kadardı. Mim, benim çaldığım gibi isteyen herkesin de çalmasına açık. Çekinmeyin Paul mimledi deyin. Hadi görüşmek üzere, si yu leytır bratırs