Çarşamba, Kasım 23, 2016

oynasam oynamasam



oha resmen üç bin yıldır yazmıyorum.

tüyap öncesi ben:
tüyaptan ne istiyorum? tüyap'a gidebileyim yeter diyorum şu aralar sadece. malum vizeler salmıyor yakamızı, haftasonu olması bir de cabası. mesela bugün bir vizeden çıktım ve hayatımın çalışmasını yapmama rağmen (neredeyse beş saat çalıştım be, oha!) eh diyebiliyorum en fazla. kampüsün önündeki o aşırı tatlı köpek benimle oynamasa muhtemelen zırlardım. (ağlamazdım ama niye böyle oldu yaaaa diye mızıldamak) neyse, tüyap diyordum. bir tane ferit edgü kitabı almak istiyorum, bir de... ece  ayhan tabi ki. o kadar okurum ve severim ama kitaplığımda bir ece ayhan yok? bir de şunlar var listemde: kıyamete bir milyar yıl, yıkıma giden adam, ışık tanrısı.

sonrasında:
tüyap'a gittim, ece ayhan aklımdan çıkmış. üzüldüm. ferit edgü - hakkaride bir mevsim alındı. alfred bester - yıkıma giden adam alındı. (Sel ve İthaki) ve de şöyle bir liste alındı:
Georges Perec - Kayboluş (Ayrıntı)
Raymond Queneau - Zazie Metroda (Sel)
Orhan Pamuk - Kara Kitap (YKY)
Milan Kundera - Şaka (Can)
Dino Buzzati - Dağların Adamı Barnabo (Timaş)
Bernardo Atxaga - Obabakoak (Aylak Adam)

istanbul modern'e gittim son sergileri gördüm. "insan insanı çekermiş" harika ötesiydi. inci uzuner retrospektifi çok sırdışıydı, bu anlamda yepisyeni acayip şeyler görmek için ideal. lütfi akad için hazırlanan sergiyi ise yetersiz buldum, sönük kalmıştı. gerçi yine de güzeldi.

iki de fiiilm. ikisi de yeniiii, ikisi de yerli. (türk sinemasına yüzümü geç döndüm ama geç olsun güç olmasın?) biri "son kuşlar" yönetmeni bedir afşin. gencecik bir arkadaşımız, ilk uzun metraj filmi son kuşlar, bundan önce bir belgesel çekmiş. tabi ki adını bu filmle duydum, gösterim sonrasında da ufak bir söyleşi oldu. bayağı ilginç bir kişilik, senaryoyla ilgili sorulara "belki şöyle olabilir" diye başlayan ihtimaller kümesinde yer alan cevaplar verdi. aslında film bayağı güzeldi, sonunu çok şaapmadım ama yine de güzeldi. 

diğeri "rüzgarda salınan nilüfer" isimli filmdi. açıkçası ismi çok tırt gelmişti o yüzden izleyip izlememekte şüphe ettim. (seren yüce, takva isimli filmde yönetmen asistanıymış, açıkçası takva izlediğim en kötü türk filmlerinden biriydi, bir tür korku filmi, şimdi neredeyse tamamen unuttum ama aklımdaki kareler cidden korku filmden fırlamış gibi) aslında bu seren yüce'nin ikinci filmi, ilki "çoğunluk" da izleme listeme girdi, merak efendim, o kadar ödül almış, insan dayanamıyor. neyse, biz elimizdeki filme dönelim. ne anlamam gerek ne düşünmeliyim şaştım kaldım. en sonunda amaaaan dedim. ama hala hatırlayınca rahatsız olduğum o replikler duruyor. 

birde şöyle bir komedi filmimiz var, interview. muhakkak duymuşsunuzdur çok popüler. kim jong un'la röportaj yapma fırsatını elde eden tv sektöründeki iki arkadaşın öyküsü diyelim. film boyunca gülmekten her yerleri yumrukladım, turşu da ölüp ölmediğimi kontrol etti.  

sonracağıma bir arkadaşım, bayağı iyi de bir arkadaştır kendisi, tutturdu twitter aç programın için. dedim ben kullanmayı bilmiyorum, hem kim beni takip etsin daha programı dinleyen bir avuç insan falan filan dedim. ama sonunda ısrarına yenildim, belki program esnasında falan bir şey sormak isteyen olursa diye artık açmış bulundum. (bu nasıl olacak bilmiyorum ama sorucam öğrenicem) kullanıcı adım da bahtiyaar16. pazartesileri saat beşte sehir.fm'de yayın devam ediyor.

ubbf kapsamındaki robert mckee atölyesine katıldım. dünyanın en çok rağbet gören senaryo danışmanı, anlatıcısı, öğreticisi artık nesiyse ondanmış. meeeeh, iyiydi hoştu ama yemi bir şey yoktu. zaten öyle hepsine de katılmadım. sabahtan akşama katlananları da anlayamadım. dostlar senaryo yazarken görsün!?

antropoloji sınıfında bir çocuk var, saçları lüle ile kıvırcık arasında, açık kahverengi. birde sarı floresanın ışığı vurunca öyle güzel oluyor ki... arkasına oturmaya çalışıyorum ama hep o benim arkama oturuyor, öyle olunca hep izleyemiyorum ama çok güzel saçları. komik kısmı, yüzünü görsem tanımam. (bunu yazıktan iki gün sonra falan tam okula giriyordum, kapının camında bir yansıma gördüm, sanırım oydu. eğer oysa... tanıdım?)

çocuk demişken.. bir crush edinmek üzereyim ama gördüğüm üç kişinin de aynı kişi olup olmadığına dair şüphelerim var. bu sorunu saymazsak birini gözüme kestirdim gibi gibi. şimdilik bu tabi ki bir eğlence aracı, hayatıma renk katsın falan filan. hakkında hiiiiiiiçbir şey bilmiyorum, bilmek istiyor muyum ondan da emin değilim ama tabi ki öyle ya da böyle öğrenirim. bayağı esmer, çekik pörtlek gözlü, bayhan bakışlı bir çocuk. onu görene kadar daha önce kimseyi bayhan'a benziyor şeklinde tanımlamamıştım sanırım. (bunu anlattığım kişilerin kafasında çirkin bir şey canlanmış olabilir, değil demicem ama cidden tatlı.) aramızda şöyle bir konuşma bile geçti "excuse me, is this free?" "yes yes it's free." ki sandalyeyi isteme sebebim gerçekten ona ihtiyacım olmasıydı. ama sonradan fark ettim ki, vay be, gerçekten onunla konuşmuştum sonuçta. bugün ben dışarı çıkarken o içeri gidiyordu, saniyenin milyonda biri kadar bakıştık. hepsi bu. end of the story.

haklarında başlı başına bir yazı yazmayı çok istediğim ama maalesef zamanım olmayan bir grup da no land. ismine bakıp aldanmayın made in turkey. gerçekten son zamanlarda dinlediği en iyi gruplardan biriydi, aramızda albümünü ezberledim. harika bir şey. on yedisinde konserleri vardı gitmeyi çok istiyordum ama tek gitmeyi hiç istemiyordum, daha doğrusu gitmek neyse de dönmek sıkıntı. mevcut arkadaşlarımdan  hiçbiri de gelmedi benimle. aslında gitmesem daha iyiydi oturup evimde ders çalışmam lazımdı, bitmiyor ki şu sınavlar ben yine kıçımı yayarak uzanayım. demişken, mesela kıç ve göt kelimesini karşılaştıracak olursak kıç açık ara farkla alır. neden mi? bir kere içindeki k harfi ve kapanışı ç ile yapması söylerken müthiş tatmin ediyor. üstelik daha az kaba olduğunu düşünüyorum. ama emin de değilim. bunun hakkında sonra düşüneceğim. bu arada ç cidden çok güzel bir harf, ilk kim çıkardıysa allah razı olsun. o zaman ciao?


Çarşamba, Kasım 09, 2016

genç pehlivanlar (2015)


yine vize haftasından yine ders çalışmam bir günden sevgilerimle...

dün bir belgesel izledim. dündü sanırım. bugün günlerden ne? her neyse, yakın zamanda bir belgesel izledim. "genç pehlivanlar" isimli bu belgesel film iki bin on beş yapımı. yönetmeni daha önce muhtemelen sizin de adını duymadığınız biri, mete gümürhan. documentary making dersi kapsamında izletildi ve yönetmen de söyleşi için geldi. (söyleşi sırasında elden ele gezen yoklama kağıdı, hocanın vay efendim niye kimse gelmedi "herkes derse geliyor şimdi niye bu salon boş, beni mahcup edeni ben de mahcup ederim" söylemi sonucunda ortaya çıkan komik bir sahnedir)

amasya güreş merkezi yatılı okulu’ndaki 26 çocuk, geleceğin güreş şampiyonları olabilmek için birçok zorluğa göğüs geriyor. genç pehlivanlar’ın kahramanı olan bu çocuklar, bir yandan da erkek egemen bir ortamda ergenliğin bildik sıkıntılarını yaşıyorlar. yönetmenin müdahale etmeden, yakından gözlemiyle, çocukların arkadaşlıkla rekabet arasında geçen gündelik hayatlarına tanık oluyoruz. (kameraarkasi.org)

dersim vardı gösterim sırasında, dersi eksem ekmesem mi, izlemeye değer mi değmez mi derken, hoca yoklamayı ilk ders alınca sıvıştım. hadi bakalım deyip salona girdim. son zamanlarda yaptığım en iyi seçimlerden biri olabilir. o kadar beğendim ki bunu anlatmanın bir yolu yok. yönetmen gelip de konuşmaya başladığında ben başka bir dünyadayım ve büyük ölçüde de "bu filmi bu adam mı çekmiiiiş" kafasındaydım. film o kadar bizdi, o kadar bendi ki onu çeken adamın hollanda'da doğum büyümüş olması türkçe'yi adam gibi konuşamaması (aksanı yoktu ama o tipik sorunsal, kelimeler akla gelmiyor) falan... hani böyle istedim ki o filmdeki hocaların aksanıyla konuşan böyle buram buram anadolu kokan bir herif gelsin salona.  ben de diyeyim ki abi budur işte, biz buyuz... hiç de havalara giremedim. öyle söndü bütün coşkum. yine de çok, çok güzeldi film. bütün salon defalarca kahkahalara boğulduk, diğerlerini bilmem ama ben yine bol bol ağladım da.



söyleşi esnasında arkadaşımızın aslı özge'nin köprüdekiler ve hayat boyu filmlerinin yapımcısı olduğunu da öğrendim. önce bir "hııı peki o zaman görüşürüz" havasına girsem de ben hayat boyu'nu izlemedim ve köprüdekiler'de güzel filmdi ve hayat boyu'nun da fragmanı iyiydi. auf einmal'den daha önce bahsetmiştim, pek hoşlaştığım bir film olmamış, fikir güzel olsa da beni bir hayli baymıştı. sanki bizim buralarda takılsa daha mı iyi olur ne? neyse, konu yine aslı özge'ye geldi. asıl kahramanımıza dönelim. gümürhan'ın yapımcılığını yaptığı çoğu kısa olmak üzere daha birçok film var ama bu yönetmenliğini üstlendiği aynı zamanda yazdığı ilk film. (gerçi kendisinin söylediğine göre ilk başta alsında iki kardeşin öyküsüymüş ama süreç içinde çok farklı bir yere gelmiş tabi.) 

benim fikrimi soracak olursanız bu film yönetmeni aşmış ve kendi dünyasını kurmuş. uluslarası berlin film festivalinde special mention of the generation ve kplus ınternational jury ödülü aldı. az önce bahsi geçen hocamızın da dediği gibi bu batılı(?) arkadaşların çekmiş olduğu bir belgesel sayılabileceği için (mete gümürhan da kendisini avrupalı olarak tanımladı bir ara, muhtemelen çok da bilinçli değildi) oryantalist bakış açısından kendini sıyırmış olması filmin en güzel özelliklerinden biri. tabi ki voiceover ya da bunun gibi belgesel klişe teknikleri de yoktu. çocuklar harikuladeydi, kesinlikle hiçbir senaryo yok, tamamen doğal gelişen olaylar hepsi. cidden çok iyiydi her şeyiyle, zaten hep belgesel çekmek istiyorum, iyice ateşledi beni. lütfen lütfen lütfen ben de bir gün böyle bir şey çekebileyim!


Pazar, Kasım 06, 2016

çok anlamsız yazı


şuan ödev yapmam gerek ama ben bu yazıyı yazıyorum. bu bir ne yazısı? kimse bilmiyor.

üsküdar'da bir sahaf festivali geldi geçti. yürüme beş dakika mesafede olması bende "amaaan nasıl olsa giderim" rehaveti oluşturduğu için sondan bir önceki gün ancak gittim. "oha bitti lan!" iki tane terry pratchett kitabı bulunca hemencik aldım. biraz komikti çünkü standdaki görevli kadın acı çekerek sattı resmen.  heinrich böll'ün ciltli bir palyaço baskısına bakarken adam okudun mu hiç diye sordu, evet çok severim dedim. "ve o hiç bir şey demedi" kitabını şiddetle (kesin oku mutlaka oku bulur bulmaz oku çok güzel harika) tavsiye etti.

ya derse uyumadan gidince çok iyi dinliyorum be. tuhaf biliyorum ama hipnoz olmuşum gibi odaklanıyorum. saçma salak bir durum daha.

ekşi elmalar'ı izledim, şu yılmaz erdoğan'ın yeni filmi.  altı diyorum on üzerinden. Güzel filmdi, sonu olmamış, harcanan sahneler var ama manzaralar mükemmeldi gerçekten.

radyo programı meselesi de var. eveeeet, ilk yayınımı gerçekleştirdim, yarı yarıya bir facia sayılabilir bile olsa ilk sonuçta, ne bekliyorsunuz ki? benim gibi birinden! annem bile böyle söyledi. yayın sonrası aradım, anlattım. biraz güzel olmadığını. "boş ver, sen çıkmışsın oraya konuşmuşsun, daha ne? senin gibi bir insan..." dedi.

bu bölümde son zamanların türk sineması, müziği ve edebiyatı hakkında konuşmak istiyorum. güzel şeyler var. her pazartesi, saat 17.00, sehir.fm

ya program boyu şarkı aralarında stüdyoda kendini öven çocuk? neymiş efendim, bütün yaylı ve tuşlu çalgıları çalabiliyormuş "öyle bir şey var"mış. iyi halt yiyorsun. kendini övmeye çalışıp durmasa ve bunu süreç içinde öğrensem "vay be" der hayranlık duyarım. şimdiyse tek düşündüğüm "gerizekalı kendini beğenmiş manyak" ah o kıvırcık felsefeci çocuk; drum, saksafon ve gitar çalardı ama bir kez olsun bununla övünmemiştir. diğer çocuklar olmasa bunu bilmezdim bile. insanlar azizim, farklılar. 

şimdi biri yarın sabah olmak üzere bu hafta iki vizem, sonraki hafta da iki vizem var. bir de maşallah sürüsüne bereket ödev var ama son teslim tarihine kadar beklemek olayımızdır. (şu son teslim tarihi aklıma gelmedi de sözlükten deadline'ın anlamına baktım. atın beni denizlereeeee) ama ben antalya'ya gitmek istiyorum artıııııkkkk

annemle babam geldi üç günlüğüne, allahım ne güzel şey aile. ama bu akşam gidecekler, hönkürmek istiyorum. ev iki temizlik iki yemek, insanlık gördü be!

bu aralar yine mühendislikten mi çap yapsam diyorum. ara ara geliyor bana. ama ne yapayım aklım fikrim fizikte, böyle yaşayamam. arada diyorum ki bırakayım okulu sınava girip fizik okuyayım yeniden. bu sefer aldırmadan kimsenin ne diyeceğine. sonra diyorum ki bu benim için fazla idealist bir davranış. sinema sevmediğim bir şey değil ki, genel öyküyü bozarım. en iyisi çap fikri. ailem tarafından oy birliğiyle reddedildi ama olsun. biri sosyoloji diyor biri psikoloji biri hukuk. üniversiteye geçtim, ikinci senem diye bu sorunlar çözülmedi yani.

şimdi bir tane film izlemem lazım, beş tane soru çıkacakmış yarınki vizede. hiç canım çekmiyor izlemek, adı upside down ama aşk filmi yahu. bir de hoca "size aşk filmi izleyin diyorum daha ne istiyorsunuz" diyor ama hocam zaten ben aşk filmi izlemek istemiyorum ki. *izlemedi* (patema inverted diye bir anime var, aşağı yukarı aynı konuya sahip, onun daha güzel ve izlenebilir olduğunu düşünüyorum)

şu yazıyı en az bir haftada yazdım galiba. habire şimdi şimdi dememin sebebi o. mesela şimdi de yarınki sınava çalışmam lazım ama ben ne yapıyorum? bu yazıyı yazıyorum. aferin bana. 

ot gibi yaşıyorum okulla ev arasında. bu nedir kardaşlar? hayır bari o evde oturduğum okulda oturduğum sırada bir şey yapıyor olsam. boş işler bakanı olmak üzereyim, çok yakında!