Pazartesi, Ocak 30, 2017

solaris


ya da lem'e göre tarkovski'nin suç ve cezası.

tarkovski'nin "sanat eleştirmenleri" tarafından en beğenilmeyen filmi.  sovyet hükümetinin sürekli burnunu soktuğu, sözde asıl amacı geleceği parlak bir sovyetler olan ama ortaya sorular ve çelişkiler bırakan bir film.  her tarkovski filmi gibi diyalogları etkileyici. (abi bir şey sorucam, bu kadar felsefe yapıp yine de kasıntı durmamasını sağlamak fazla zor değil mi?)

konumuz; hafızanın bilinçaltının ve kim bilir başka nelere vücut bulduran, daha önce hiçbir etkileşimde bile bulunmamış olabileceğiniz canlıları karşınıza çıkarabilen bir gezegen solaris. son derece emin olduğu aklı ve bilimiyle chris, solaris'e gider. ölümsüzlük peşindeki faust ve kozmik anlamını arayan snout dışında bu istasyon'da başka kimler olabilir?

susuyor ve filme bırakıyorum:


dehanın tüm eylemleri gibi, çok basit.
 *
ya onun ölmesini, yok olmasını istersem? 
her şeyi geri vermek istersem şu jöle tabakasına? 
ruhumu çoktan istila etti.
 *
-beni düşündün mü?
-bazen evet, her zaman değil. mutsuz oldukça


-uyu.
-nasıl uyunur bilmiyorum. uykuya benziyor, ama değil. uyku içinde uyku gibi. 
içimden gelmiyor. çok uzaktan...
 *
gece gelirler. oysa ki geceler insanların uykularını gidermesi için gerekli. 
bu bizim sorunumuz. insan uyku hediyesini kaybetti.
 *
"senyor, ben tek şey bilirim. ben uyuduğumda nedir bilmem korku, umut, iş, takdis... 
uykuyu, bu denge ve ağırlığı icat eden takdis olunsun ki o denge ve ağırlık çobanla kralı ve basit olanla akıl kârını eşitler. deliksiz uykunun bir kusuru var ama, çok fazla ölüm tadında."


gerçeğe doğru yürüyüşünde, insan bilgiyle mahkum edildi.
 *
kozmosu fethetmeye hiç tutkumuz yok. sadece, yeryüzünü kozmosun sınırlarına genişletmek istedik. başka bir dünya istediğimiz yok. yalnızca, içinde kendimizi göreceğimiz bir ayna. 
bağlantı kurmak için çok çalıştık, ama başarısızlığa mahkum olduk. korktuğumuz ve aslında gerek duymadığımız bir ereğin peşinden koşmakla komik görünüyoruz. 
insana insan lazım!


-merhamet gösterdiğimizde ruhlarımızı boşaltıyoruz. belki öyledir. acı çekmek, hayatı gri ve güvenilmez gösterir.
hayır, buna inanmıyorum. bunu kabul etmeyeceğim.
hayat için vazgeçilmez olmayan, hayata bir yolla zarar mı veriyor?
hayır, bu da doğru değil. hiç de doğru değil!
tolstoy'un genel olarak insan türünü sevmek yolundaki ızdıraplarını unuttun mu?
ne kadar zaman geçti? hesaplamadım. yardım et.
diyelim ki seni seviyorum. aşk hissedebildiğimiz bir şey ama asla açıklayamayız. sadece "aşk düşüncesi" açıklanabilir.
insan kaybedebileceğini sever. kendini, bir kadını, ülkesini.
bugüne kadar insanlık, dünya, aşka giden bir yol bulamadı. o kadar aziz ki!
belki de burada olmamızın nedeni ilk defa insanoğlunu aşkın bir nedeni olarak anlayalım diyedir.


-snout, neden bize böyle azap çektiriyorsun?
-kozmik anlamımızı kaybettik. eskilerin böyle bir derdi yoktu. hiç neden diye sormadılar. sisifos'u hatırlıyor musun?
 *
-insan mutluyken, hayatın anlamı, sonsuzluk hakkındaki diğer şeylerle nadiren ilgilenir. insan bu soruları hayatının sonunda sormalı.
-ecelimiz ne zaman, bilmiyoruz; bu yüzden de acele ediyoruz.
-en mutlu insanlar, bu lanetli sorularla canını hiç sıkmayanlar.
-biz hayatı, onu anlamlandırmak için sorguluyoruz. henüz basit insanî doğruları korumak için gizeme ihtiyaç duyuyoruz. mutluluğun, ölümün, aşkın gizemi.
-haklısın belki. ama bunu düşünmemeye çalış.
-bunu düşünmek, ecelini bilmek gibi bir şey. zamanını bilmek bizi ölümsüz yapmaz.


yavaş yavaş her şey normalleşir. 
yeni ilgiler, yeni aşinalıklar bulurum. 
ama kendimi onlara tam olarak veremem.
 *
-bana kalan tek şey beklemek.
-neyi beklemek?
-bilmiyorum... yeni bir mucize. 
şimdi iyi misin?
-evet, iyiyim.


yazılar nereye gitti?



k-pop veya k-dramayla, kısaca halyuu'nun bize getirdiği ne varsa onlarla ilgili olan yazılarımın neredeyse tamamını başka bir bloga aktardım:  

primary ve en sevdiğim üç dizinin yazıları hala burada. artık eskisi kadar ilgili değilsem de arada hoşuma giden bir şarkı olduğunda paylaşmak veya çevirisini koymak için bu blog güzel olacaktır. geri kalanlar burada devam edecek. 
her şey için teşekkürler.

Cumartesi, Ocak 28, 2017

çince öğrenmek isteyenlere ayrıntılı bir söylem


korkmayın. öncelikle hiç korkmayın. çince şimdiye kadar gördüğüm en kolay gramere sahip dil olabilir -şuan rusçayla kapışıyor. linguistic ilgimi çektiğinden dil yapılarına, fonetiklerine, dil ailelerine aşinalığım var. (linguistic için dilbilim demişler ama tdk'da dilbilim diye bir madde yok. dil bilim de yok.)

"çince’yi şarkılarda olduğu sürece seviyorum ama konuşma dilinde sevmiyorum. ayrıca 2500 tane harf var, git işine diyesim geliyor. çince öğrenene kadar latin dilleri ana dilim gibi olur." (12.09.2013) evet üç yıl önce bunu demiştim ve sonra kendimi çince öğrenirken buldum. ama olay uzaktan göründüğü gibi değil, bir yanlış anlaşılma var.  

çince iki farklı şekilde öğrenilebilir; biri ilk akla gelen orjinal alfabeyle yani kanji'yle birlikte başlayarak öğrenmek diğeri daha yaygın olan şekilde pinyin'le başlayarak öğrenmek. (pinyin: kanji'deki karakterlerin latin alfabesinde ünlülerin üzerinde tonlama işaretleriyle gösterilmesi). bizim okuldaki hocamız pinyin öğretiyordu ama ben elimden geldiği kadar kanji olarak da yazıyordum öğrendiklerimizi. ilk başta hiçbir yere varamayacağımı düşündüm bu şekilde, aklımda hiçbir şey kalmıyor gibi geldi. sonra elim alıştıkça çok da hızlı ve güzel yazar oldum, ne yazdığımı anlamasam bile. aynı birinci sınıftaki bir öğrenci gibi yani.

bir gün xingchi (benim çinli mail arkadaşım) bazı çince karaktler göndermişti, neye yazmış bu diye anlamaya çalışırken karakterleri hatırladım ve aslında 你好 (nasılsın?) gibi basit bir şey yazmış olduğunu anladım. o zaman gerçekten bütün o çabalarım boşuna değildi, kafamdan yazmaya çalıştığımda hatırlayamıyordum ama görünce okuyabiliyordum. bunun üzerine yazmaya devam ettim ama yazabilmek için değil, okuyabilmek için.

şimdi benim çince yazmaya ihtiyacım yok, en azından elimle. çinceyi okuyup anlayabilmek, konuşabilmek benim için yeterli. zaten klavye üzerinde yazmak çok kolay ama bunu şimdi açıklamayacağım çünkü durumu karıştırabilir. onun yerine çince'nin nasıl bir dil olduğunu anlatayım.

bir kere tek heceli bir dil olduğu için bizimki gibi ekler habire değişip durmuyor. bildiğimiz üzere türkçe sondan eklemeli bir dil. mesela  gitmek fiili üzerinden bir örnek:
ben giderim : qù
sen gidersin : qù
o gider         : tā qù

ya da bizde tekil şahıs çoğul şahısa geçerken her kelime farklı şekilde değişirken onlar tek bir eki tekili çoğula değiştirmek için kullanıyorlar
ben - biz : wǒ - wǒmen
sen - siz : nǐ - nǐmen
o - onlar : tā - tāmen

ayrıca almancadaki gibi bir die das der artikel mevzusu olmadığı gibi bay ve bayana göre kullanımlar değişmiyor. sonra korecedeki gibi büyüklerinle böyle konuş küçüklerinle şöyle diye de ayrılmıyor. sadece (sen) yerine nín (siz) demek tabi ki bizim dilimizde de olduğu gibi saygılı konuşma biçimidir ve yabancılarla konuşurken tercih edilir ama gördüğünüz üzere bu zor bir kullanım değil. 

 bu bağlamda ezberlemeniz gereken tek şey bizim hocanın "im" dediği bana göre artikel gibi olan miktar bildiren kelimelerdir. gel gelelim bunların da sayısı az değil ama genel olarak hepsi için gè kullanmak mümkün. biraz daha özele indiğimizde mesela kitap dergi gibi eşyalar için běn kullanılır, kalıcı bir nüfustan bahsederken kǒu (ör. aile), kalem ya da yemek çubuğu gibi çubukumsu maddelerden bahsederken zhī , vesaire. ki bu da çok mühim bir mesele değil, zaman geçtikte içgüdüsel olarak benimsenecek şeyler.  (ilgilenenler için geniş kapsamlı bir liste)

tonlama meselesine gelecek alırsak evet, dört adet tonlamamız var.
mesela ma üzerinden üçünü gösterelim:
mǎ : at
mā : anne
mà : lanet

bir de ma'da olmayan bir tonlama var onu shen üzerinden gösterelim:
shén : god

ama ek olarak da görev gören karakterler tonlamasız kullanılabilir, mesela 
ma : soru eki

şimdi durum karışık gözükebilir, ben bu tonlamaları nasıl ayırt edicem, bütün bu karakterleri nasıl ezberleyeceğim? ama hayır durun bekleyin. iki nedenimiz var, birincisi her karakterin bütün tonlamaları yok veya olsa bile yaygın kullanımda değil. ikincisi bu tonlamaları türkçedeki eş anlamlı kelimeler gibi, cümlenin geneline bakarak yorumlamak mümkün. elbette kolay değil ama mesela 你好吗?Nǐ hǎo ma? Sen iyi misin? (Nasılsın?) denildiğinde kimse buradaki ma'yı tonlaması olsun olmasın farklı bir anlamda almaz. tabi ki daha karmaşık cümlelerde tonlama problem olmaya başlıyor ama yine de çok dert edilecek bir şey değil. buna örnek olarak ben xingchi'yle pinyin'i tonlamasız kullanarak bazı şeyler yazdığımda (önce kelimeler, sonra cümleler) bunları anlamada hiç sorun yaşamadı. elbette onun anadili çince, bu normal. ama o da bana tonsuz yazdığında anlayabildim. yine de dediğim gibi daha uzun ve karmaşık cümlelerde işin rengi biraz daha değişiyor.

çincenin fonetiğiyle devam ediyoruz. telaffuz konusunda zorlanılabilecek bazı noktalar var, şimdi onları göstereceğim. biz alfabeyi "a, be, ce, de, ... ve, ye, ze" şeklinde okuruz. onlarda ise durum "bo, po, mo, fo, de, te, ne, le, ge, ke, he, ji, qi, xi, zhi, chi, shi, ri, zi, ci, si, yi, wu" diye.

"bo, po, mo, fo" yazıldığı gibi okunuyor. burada dikkat etmemiz gereken "e" olarak yazılanın "ı" olarak okunması, çince'de "e" sesi yok. yani bu "dı, tı, nı, lı, gı, kı, hı" demek oluyor. "gı, kı, hı" biraz boğazdan olmalı ama çok abartmadan tabi. "yi" yazıldığı gibi ve "wu" hafif bir "ü" hissiyle okunuyor.

türk olduğumuz için telaffuzunda zorlanmayacağımız üç ses işe şunlar:
ji : ci
qi : çi
xi : şi
 
zorluk derecesini biraz arttıran sesler:
zhi : cı
chi : çı
shi : şı
ri : rı

ama en zor kısım (ben dı, tı, sı deyip geçerim genelde):
zi : z ile d arası bir ses
ci : t ile s arası bir ses
si : sı gibi bir şey

bazı karakterleri telaffuz etmek hayli zor olabilir ama cümle içinde kullanırken çok daha rahat oluyor, o yüzden bunun da çok endişelenilmemesi gereken bir konu olduğunu düşünüyorum.

son olarak çincedeki cümle yapısı ve zamanlar hakkında da konuşup bitireceğim

hemen hemen neredeyse sıralama aynı İngilizce'deki gibidir:
我要学习韩语. wǒ yào xuéxí hányǔ.
i will learn chinese. ben çince öğreneceğim.

sadece zaman belirten sözcüğün yeri farklıdır, çince'de (türkçe'de olduğu gibi) hep başa gelir:
明天, 我要学习韩语. míngtiān, wǒ yào xuéxí hányǔ.
tomorrow, i'll learn chinese. yarın, ben öğreneceğim çince.

soru cümlesi de farklı ama kolaydır:
这是谁的书? zhè shì shuí de shū?
this is whose book? (whose book is this?) bu kimin kitabı?
这是我的书. zhè shì wǒ de shū.
this is my book. bu benim kitabım.

çince'de dört zaman var: geniş, geçmiş, şimdi, gelecek.
fiili olduğu gibi kullanırsak geniş zaman; wǒ qù. i go. ben giderim
"le" geçmiş anlamı verir, fiilden sonra gelir; wǒ qùle. i went. ben gittim.
"xiànzài" şimdi demektir, fiilden önce gelir; wǒ xiànzài qù. i'm going. ben gidiyorum.
"yào" istemek ve -ecek eki, fiilden önce gelir; wǒ yào qù. i will go. ben gideceğim.

bu kelimeleri bütün fiiller için kullanmak mümkün yani üç kelimeyle bütün zamanlar cepte.

evet, şimdilik söyleyeceklerim bu kadar. ekleme veya düzeltmelere, sorulara açığım. en olmadı tek dönem kredi doldurmak için alınabilir, kolay bir ders ve hızlı ilerleniyor. kanji'yle uğraşmayacağınız sürece çantada keklik. taken for granted. 理所当然 Lǐsuǒdāngrán.

not: ki aslında kanji de zor değil; anne, kızkardeş, büyükanne karakterlerinde hep kadın karakteri (nü) ortaktır. öğrenmek, öğrenci, öğretmen, okul karakterleri birbirine çok benzer ve öğrenci-okul karakterlerinin içinde çocuk karakteri bulunur. hepsi birbiriyle bağlanarak büyüyor. üç bin kadar karakter var ama bin tane bilseniz bile rahatça okuduğunuzu duyduğunuzu anlarsınız.

mükemmel: insanlar + iki
karışıklık: dil + gizem

göç: büyük + yürümek + batı + durmak

söz vermek: kelimeler + adam + ot + yaşam + toprak


Perşembe, Ocak 26, 2017

memurun faslı


önce başlığı postmodern çerçevede bir tiyatro örneği yapacaktım ama sonra çok iddalı olduğuna karar verdim. çünkü evet burada bütün bir post tiyatro döneminden bahsedecekten değilim, hatta tiyatroda postmodernizm de değil konumuz. neyse, ne olmadığını söylerken ne olduğunu söylemiyorum. iyisi mi hemen şöyle sitede ne okuyup gitmeye karar verdiğimizi görelim:

"Geleneksel ortaoyunu tiplerinden Pişekar ve Kavuklu’nun çevresinden sahneye aktarılan oyunun birinci bölümünde memurumuz düşle gerçek arasında ki ince çizgiyi kaybetmektedir. İkinci bölümde eski zamanlarda vali olmak isteyen birinin uğraşsız emeline ulaşması ironik bir biçimde anlatılırken, üçüncü bölüm; bir patlıcan mevzusuyla menfaatlerin dört nala koşumunu seyirciye göstermektedir. Oyunun geriye kalan bölümlerinde ise; öğretmen- öğrenci, amir –memur, patron- işçi hatta iki sevgili arasında düzene sitem, güldürü öğeleriyle sıralanmakta, eşek olarak ölen birinin insan olarak dirilmesi güldürmekte, bir memurun hayatının eskiden ne kadar zor olduğu tüm oyun boyunca ele alınmaktadır."

yazanın coşkun ırmak yani öyle bir geçer zaman ki dizisinin senaristi olduğunu bilmek bana ne kazandırdı bilmiyorum. ya da bir sürü kitabı olması ki bu noktada hiçbiriyle en ufak bir karşılaşma yaşamamış olduğumu gördüm. ne beklemeliydim? hiçbir fikrim yoktu ve çok hafif kar yağan bir günde tiyatroya gittim. (bunu söyledim çünkü hava çok tatlıydı) orkestrada kimi görsem beğenirsiniz? eski müzik hocamı, adını hatırlayamadım ama bize keman çalardı, mozart genelde, onu hatırlıyorum. ordaysa perküsyondan sorumluydu. bir an genç hissettim ama çok sürmedi.


beş oyuncu sahneye gelip seslerini açmak suretiyle hahahoho yaptılar ama bu da oyunun bir parçasıydı ki o zaman bundan emin olamasam da -sonuçta daha yeni başlamıştı- bir üstkurmacanın varlığından şüphelenmiştim. oyun ilerledikçe zaman zaman kızların "düzgün oyna be" diye adamlara ayar verişi, önce geleneksek kavuklu ve pişekar rolünde çıkan iki oyuncunun "biz bunu beceremeyiz" deyip cübbeleri çıkarması,kız kılığındaki gencin yere düşüp balon göğüslerinden birinin yarıya inmesi ve sonra "fazla memesi olan var mı?" diye sorması, seyircilerin arasına girmeleri, orkestrayla sık sık muhatap olmaları, paşa olan kızın nişanların şıngırtısına kendini kaptırması ve bunun gibi zilyon tane şey seyirciye tiyatroda olduğunu bir an olsun unutturmuyordu. tamam abarttım arada kayışlar kopuyordu ama çok geçmeden yeniden dürtülüyorduk.

adında memur geçmesinden bile içinde politik anlamlar yüklü olduğunu tahmin edilebilir sanıyorum ama  sandığımdan çok daha fazlaydı. o eski memur ve işçi hikayesinin yanı sıra güncel olaylara da göndermeler vardı ama o konuyu burada deşmeyeceğim. hani hiç sanmıyorum ama benim "fazla" yorumlarım yüzünden kimse zan altında kalsın istemem.  hislerime göre ırmak'ın bu tiyatroyu yazarken kafasında bu yoktu sanki, yani tabi ki orijinal metni görmedim ve adamı da tanımıyorum ama oyuncular ne kadar iyi olursa olsun -ki kızlar pek iyi değillerdi, bunu itiraf etmem gerek- bazı tiratların havada kaldığını hissettim. öyle düşünmemin sebebi de tam olarak budur.

ortalama bir oyundan çok fazla şarkı türkü faslı vardı ve sonuçta sesleri fena olmasa da işleri şarkı söylemek olmadığı için bir süre sonra sesleri dayanılmaz oldu. (hani sesin kötüyse kısık söyle bari, arkadaşlarının arasında kayna, ne diye bağırıyorsun?) bir süre sonra artık sessizlik arzulamaya başladım. yine de asıl canımı sıkan bu değildi, elbette ben de çok defa güldüm ama salondakilere kıyasla yarı yarıya bile değil. neden? çünkü hep kaba komedi, oyuncuların görünüşleriyle konuşma şekilleriyle oynayarak kurulmuş bir komedi vardı. ve ben de nasıl bkm'yi güldür güldür ya da kural-cemcir ikilisinin işlerindeki bu fiziksel komediye saydırmışsam burada da sessiz kalmadım. (içimden tabi) bana göre bir kolay yoldan yapılan ucuz komedi ve gülmüyorum. doğaçlama gelişen fazla meme olayına bayağı güldüm ama, o da doğaçlama olduğu için ve aslında yine bedensel içeriği olsa da kafa işiydi.    

sonuç olarak gittiğim için pişman mıyım? hayır. ama daha iyisi olabilir miydi? çok daha iyisi olurdu. 



Perşembe, Ocak 19, 2017

neyi anlattım ben de bilmiyorum


not: her bölüm farklı zamanlarda yazılmıştır, bu resim de iki ay önce çekilmiştir. 

kodaline - high hopes

bu yazıyı yazıyorum çünkü yeni yıla girerken yazıyor olmak istiyorum, bütün yıl boyunca yazabilmek için. çoktan parmaklarım yoruldu, bütün gün boyunca ya ders çalışmak için ya da bir hikayeyi yazabilmek için parmaklarım klavyede gezindi ve şimdi fark ediyorum ki tükenmiş durumdalar. Bir de insanlarla konuşmak için yazmış olduklarım var. şimdi yalnızca işaret parmaklarımı kullanıyorum. geçen yıla girerken saçma sapan bir video izliyordum, dalmışım. bütün yıl saçma sapan videolar izledim mi, eh bilemiyorum, belki, olabilir. yalnızca iki dakika kaldığına göre bugünü saymayalım, on yedi gün sonra yirmi bir olacağım. ikibinonyedi. onyedi. hayatımın sayısı. bana ait olduğuna inandığım bir sayı.  on yedi yaşına geldiğimde hayatımı değiştirecek bir şey olacağını sanıyordum. olmadı ama şimdi dönüp baktığımda on yedi yaşım çok güzeldi. benim ben olduğum, mutlu olduğum, en çok özgür olduğum zamanlarımdı. saat dört sıfır ve artık takvimde 1.1.2017. havai fişek sesleri duyuluyor. bakmaya tenezzül bile etmiyorum. bu yıl bana ne getirecek? yirmi yıl sona erecek, hayatımın ilk çeyreği. en azından ben öyle sanıyorum. muhtemelen sıra dışı bir şey olmayacak, mutlu olabilsem, kendim olabilsem.

waldeck - memories

her an anılar yaratıyoruz, sonra unutuyoruz. bazen hatırlayabiliyoruz, bazen birileri sayesinde. hafızam pek iyi sayılmaz, artık çabuk unutuyorum. bu yüzden benim için hatırlayacak insanların olması güzel. az sonra sherlock'un yeni bölümünü izleyeceğiz. final haftasındayken ders çalışmak dışında her şey muhtemel vicdan azabı olsa da gün içinde çalışınca rahatlıyorsunuz. tamam çok bir şey yapmamış olabilirim ama hedefimdeki partı bitirmiş olmam yeterli bir şey gibi. üstelik yarın da çalışmaktan farklı bir şey yapacak değilim. bugün spotify açtım, reggae dub dinliyorum, aslında çok da dub içermeyen şarkılar. jerusalem, here i am.

vali - naar vinden graater

artık bir şeyler yazmam gerek. ne hakkında olduğunun bir önemi yok, izlediğim son film, yarım bıraktığım son kitap çince ya da zamanın nasıl geçtiği hakkında. önemli değil. artık bir şeyler yazmam gerek.

sabah gürültüyle uyandım, yan tarafta (yan olduğuna inanıyorum) bir takım makine sesleri (duvar delme sesi) beni anlamsız rüyalarımdan alıkoydular. bu sinirli bir sabaha uyandığım anlamına gelir. yataktan kalmak istemediğim halde daha fazla bu gürültüye tahammül edebilmem mümkün değildi. yorganı tekmeledim, saçımı topladım ve yüzümü yıkadım. tek başıma kahvaltı yaparken (çünkü ben tatilde bile olsam annem ve babam çalışmaya devam ediyorlar) bigbang theory izledim ve sherlock gerçekten bitecek mi kamooooon diye düşündüm. sonra bu senenin en güzel doğum günü mesajını aldım belki best message ever da olabilir, hafızam iyi değil. daha önce de bir kaç milyon kez söylediğim gibi sürpriz ve hediyeler umurumda değil sadece samimi bir kaç cümle. ihtiyacım olan bu ve bazen, bugün olduğu gibi, hiç beklemediğiniz bir anda gelir ve oturup kaç gündür yazmak istediğim halde becerememe karşın bu yazıyı yazmama neden olabilir.

finallerin korkunç gerginliği ve depresyona girmeme bile izin vermemesi sonucunda tatil başladığı anda depresif ruh hali üzerime çöktü. (şuan nordic folk dinliyorum anlamsızca). bundan yazarak kurtulabileceğimi sandım ama yazamadım. ne yapacağımı bilmeksizin ortalıkta dolanıp duruyor ve zaten üç hafta olan tatilim böyle geçmemeli diyordum. hastalıklı gibi günde üç milyon kez falan notlar açıklanmış mı diye kontrol ediyordum. çoğu açıklandı ve en ümitsiz olduğum dersten (çünkü üstten almıştım ve benim bölümüm bile değildi) a alıncaya kadar bu nevrotik tutumum devam etti. ki bu noktada roromiya'ya kucak dolusu teşekkürlerimi göndermeliyim çünkü gerekli bütün trickleri *bu noktada yazar sözlükten trick'in karşılığına bakıyor ve püf noktası olarak değiştiriyor* püf noktaları o bana söyledi ve ödev için de yardımcı oldu, o olmasaydı en iyi ihtimalle b- falan alırdım ve  hatamın da nerede olduğunu bir türlü anlayamazdım. teşekkürleeeeer roromiya!

tatil yapacaklarım kafamda belliydi. elbette kitap okumak, geri döndüğüm dernek işleri için ıvır zıvır, film izlemek, çince çalışmak ve yazmak. en başarısız olduğum noktanın yazmak ve okumak olması ironik mi bilmiyorum. aslında geçen senenin aksine dönem içinde verimli okumalar yaptım. tabi ki lisedeki gibi değildi, o haftada dört beş kitap okuduğum günler gibi ama fena değildi işte.

barış bıçakçı'nın "bizim büyük çaresizliğimiz"i okudum. kendimi en çok kaptırdığım roman bu ve orhan pamuk'un "beyaz kalesi"ydi ama pamuk'u okul için okuduğumdan saymıyoruz. hem çok güzel hem de yer yer olmamış dedim bıçakçı için ama hayli etkilendim. bilmiyorum neden ama çok içselleştirdim, yaşadım okurken. sonbaharın en güzel günleriydi ve üşüyerek bahçede çimenlerin üstünde otururken bir yandan şarkı söylüyordum. çok mutlu olduğum bir dönem, neden emin değilim. halbuki daha yeni yeni beni çok kötü etkileyen bir olay atlatmıştım. tabi burası şüpheli, hala zaman zaman yüzünü tahtaların arasından gösteriyor. geri dönüp yüzleşmeye cesaretim yok henüz.


arctic monkeys - old yellow bricks

bir dönem deli gibi strauss okudum, her fikrine katılmasam bile bir dönem strauss'un yeryüzündeki insan formu gibi gezdim (tövbeee kadsjdgrk). çinli arkadaşımın tavsiyesiyle, modern çin edebiyatının en önemli ismini okudum; lu xun. aylak adam lu hsun diye çevirmiş. (lu sin diye çeviren de var.) çince'de x, ş olarak okunur o yüzden hsun'u anlayamadım. (evet bir süredir çince uzmanı gibi davranıyorum.) bir delinin güncesi, kısa öykülerden oluşuyor. gerçekten çok sevdim, çok yakın hissettim. zaten aylak adam müthiş bir kapak yapmış. çin edebiyatıyla daha fazla haşir neşir olmak istiyorum ama bakalım mümkün olacak mı?

sürekli saçma ve kötü rüyalar görüyorum, mesela geçen gün zorla evlendirildiğimi gördüm ki ailem evlenmeme son derece karşılar (en azından önümüzdeki beş yıl içinde), böyle temelsiz bir bilinçaltı ürünü ve bütün gece ağlamaktan helak oldum. herhangi bir mantık çerçevesine oturtmayı beklemiyorum ama en azından bilinçaltıma nereden geldiğini anlayabilsem iyi olurdu. 


the doors - people are strange

yaşlandım edebiyatı parçalamadım bu yıl farkındaysanız. oldukça sıradan bir gündü. sıradan günlerin güzelliği biteceği için endişenmemeniz, çoğu zaman bu sondan bir çeşit huzur duymanızdır. artık yatağınıza gidebilir ve her şeyi yok sayabilir, bu dünyayla kurduğunuz bilişsel iletişime ara verebilirsiniz. kabus olmadığı sürece rahat bir teneffüstür. elbette bu aynı zamanda büyük ihtimalle yeni bir anınızın olmayacağı, teneffüste silinip gidecek bir gün olduğu anlamına gelir. bu da üzer, boşa geçip gitmiş bir gün gibi. neyin üzmeyeceğini soralım? sanırım bunun bir cevabı yok. belki sadece yarının daha güzel olabileceği umudu. edit: buraya bir ayten alpman - birazcık umut koyulmalıydı.