Cumartesi, Ağustos 26, 2017

anahtar kelimeler: kitap, spotify, takıntı, zaaf, çimen

by linda aquaro
daha fazla yazmak istiyorum. her gün değil belki evet, bunun mümkün olmadığını kabul edelim ama en azından her hafta yazmak istiyorum. bunu düzenli hale getirmek için kendime baskı mı kurmalıyım acaba?

bugünlerde kafamda neler var diye şöyle bir evirip çeviriyorum. tabi ki tabi ki dersler ve hangi sınavdan ne kadar alırsam a düşürebileceğim. bunlara ve ders çalışmam gerektiğimi düşünmeye ayırdığım zamanı çalışmaya ayırabilsem her şey güzel olurdu. 

spotify'ı fazlasıyla aktif kullandığımı fark ettim. ama insanın kendisine listeler yapması çok tatlı oluyor, bunlara isim vermek (genelde okuduğum kitapların ismini veriyorum.) yeri gelmişken profilimi buraya bırakayım, yeni şeyler keşfetmek isteyenler varsa çok tatlı olur hem de ben de kim ne dinliyor görmeyi ve böylece yeni şarkıları dinlemeyi çok seviyorum. https://open.spotify.com/user/yagmurdurgun

aldığım iki dersten birini pek sevmiyorum çünkü konular tanzimat, abdulhamit, ittihat terakki ve bunların hepsi ingilizce, yani comittee of union and progress, yani duyunu umumiye değil public debt administration :/ o da istanbul erkek lisesinin binasındaymış o zaman. diğerini çok seviyorum çünkü konular cumhuriyet sonrası türiye siyaseti, her ne kadar o da ingilizce olsa ve chp değil republican peoples party desek de. ilkinden başarılı olmayı beceremiyorum çünkü sevmiyorum işte, ikincisi ise güzel gidiyor. şimdiye kadarki bütün üniversite hayatımın özetidir ve bence başarının sırrı harbiden de sevmekten geçmektedir. pazartesi bu iki dersten finalim olacak, perşembe eve döneceğim. 

artık deli gibi kitap okumak istiyorum. okulum ekim'de açılacak, şimdiden bile yapabilirim okuma listemi. keşke okuduğum her şeyi burada yazabilsem, geçen seferki beş haftalık programımda on iki kitap okudum ama hiçbirinden bahsetmemiş bile olabilirim (bir yazıya başlamışım ama öyle kalmış) ve bu çok üzücü. pek fazla film izlemediğim için zaten onlardan bahsetmemem anormal değil. bir de sinema öğrencisi olacağım (utan, utan, utanmayan insan olur mu lan?!) umuyorum ki bu sefer listeyi de yorumlarımı da yazabilirim. 

uzun zaman önce bir adsız'cığım zaaf ve takıntılara dair bir yazı okumak istemişti, aaa neden olmasın demiş ve bir kaç şey yazmıştım. şimdi öncelikle insan olmanın başlıca getirilerinden biri saçma olmaktır. hemfikirsek evet, artık okuyabilirsiniz.

takıntı bir: soğuk sade soda, çay, soğuk çay, fazla şekerli olmayan bir şeyler içmek. örneği şuan bu satırları yazarken diğer yandan maden suyu içmekteyim. en büyük dezavantajı  sürekli çişinizin gelmesi. (çayı da azıcık soğusa bile içemiyorum, çok sıcak olması lazım.)
takıntı iki: ortamdaki en sessiz, içine kapanık insanla uğraşmak, onunla konuşup durmak, habire soru sormak, başının etini yemek. (bkz. üniversitedeki en iyi arkadaşım olan mümtaz'la nasıl tanıştık?)
takıntı üç: yemek açısından olanları söyleyeyim. makarnayı sadece haşlayarak yerim ve mayonez-ketçaptan hiç hoşlanmam. et zaten yemiyorum. baklava vb. tatlıları sevmiyorum. hazır süt midemi bulandırıyor. meyveleri kabuklarıyla yerim. pulbiber, karabiber canlarımdır. 
takıntı dört: yeni yeni ortaya çıkan bir şey, evdeysem ve işim yoksa kek yapmak.
takıntı beş: yemek yerken bir şey okumak ya da dinlemek ya da izlemek. 

zaaf bir: güzel ses. iki cinsiyet için de şöyle pes seslere zaafım var.  ya da şöyle pürüzlü sesler ama reggae şarkıcısı tadında. 
zaaf iki: espri yeteneği. sanırım bu zaafım bir sürü gevşek(sansürlenmiş versiyon) arkadaşım olmasına sebebiyet veriyor.
zaaf üç: kaliteli edebiyat. iyi kitap. iyi kitapçılar. daha önce de dediğim gibi bir anda yazarlara şairlere ilan-ı aşk edebilirim. ay sen ne tatlısın agucuk bugucuk diyebilirim. 
zaaf dört: türkçe sövememek. o anda aklıma küfür gelmiyor. fuck off elimde olan tek şey.
zaaf beş:  kediler. normalde sert, soğuk bir insan izlenimi veriyormuşum. ama beni kedilerle gören birisi içimdekini anlar. insanlıktan çıkıyorum. korkunç sesler çıkarıyorum, asla kullanmayacağım kelimeleri (bkz. aşkım, bebişim, annesinin gülü) kullanabiliyorum. özellikle kucakta uyuyan kedi. her yerimi çizik içinde bıraksa ve türlü türlü yaramazlıklar yapsa da şöyle gelip kucağımda uyuduğu anda puf, bütün öfke gidiyor.
zaaf altı: ağzına geleni söyleyenler ve hiçbir şey söylemeyenler.
zaaf yedi: tek başıma film izleyemiyorum.

by zdizislaw beksinki

aklıma walt whitman'ın şiir kitabı leaves of grass geliyor bu şarkıyla.

(song of myself, part 16)
i am of old and young, of the foolish as much as the wise,
regardless of others, ever regardful of others,
maternal as well as paternal, a child as well as a man,
stuff'd with the stuff that is coarse and stuff'd with the stuff that is fine,
one of the nation of many nations, the smallest the same and the largest the same
...
a learner with the simplest, a teacher of the thoughtfullest,
a novice beginning yet experient of myriads of seasons,
of every hue and caste am i, of every rank and religion,
a farmer, mechanic, artist, gentleman, sailor, quaker,
prisoner, fancy-man, rowdy, lawyer, physician, priest.

i resist any thing better than my own diversity,
breathe the air but leave plenty after me,
and am not stuck up, and am in my place.


günler geçti, finaller bitti, ben evime döndüm ve hatta okuma listemi yaptım. (ama hala bisikletçi kumpası'nı bitiremedim) içinde esneklik payı olmakla birlikte şuan masamda dizili duran kitapların listesi şöyle:

albert camus - başkaldıran insan
philippe sollers - venedik karnavalı
william golding - kule
mihail bulgakov - köpek kalbi
per petterson - at çalmaya gidiyoruz
herman hesse - gertrud
james joyce - sanatçının genç bir adam olarak portresi
selim ileri - bir denizin eteklerinde
peyami safa - yalnızız
yorgo seferis - bir şairin günlüğü
goethe - gönül yakınlıkları
hasan ali toptaş - kuşlar yasına gider
muhyiddin şekur - su üstüne yazı yazmak

13 kitap ve benim 35 günüm var. yaz okulu öncesindeki 35 günlük tatilimde 12 kitap okuduğum için mümkün olduğunu düşünmekle birlikte yalnızız'ı okumakla ilgili şüphelerim var (çünkü daha önce okudum ama hatırlamıyorum), yine de klasikleri yeniden okuma kararıma bir yerden başlamalıyım. 

bu listeden merak ettiğiniz bir kitap varsa yorumda belirtmeniz yeterli, onu okumayı öne çekip hakkında bir değerlendirme yazısı yazacağım. 

ve kandinsky her zaman kandinsky sonuza dek kandinsky (siyah-kırmızı, 1928)

Salı, Ağustos 15, 2017

berbat charles'ın göremediği



geçen gün hem tuhafıma hem de hoşuma giden iki şey gördüm. (değişiğe gitmek, ilgince gitmek...) bir tanesi yolun kenarına bırakılmış bir kutu broşürdü, üzerinde "lütfen alınız," yazıyordu. içimden almak geldi ama üşendim. hem değişik tatlı bir yöntem, hem de kaç kişi alıyordur ki diye düşündürttü bana.

diğeri metrobüse giden üstgeçit yoluna yapıştırılmış aynı ilandan on tane. öyle muallakta kalmış ki altından her şey çıkabilir diye düşünüyor insan.

"Liseli-üni. gençler aranıyor
Aylık, 15 günlük
05..."


benim kutu kafacığım shininryu diye bir albümle döndü. yine bir sürü iyi ama tanınmayan isimle çalışmış. intihal skandalını unutmuş değilim ama yine de kendimi alamıyorum bu şarkıları sevmekten. ne kadar üzücü. bir parça ne zaman senin olur? 

bugünlerde ne yaptığımı düşünüyorum. anlatacak çok şeyim var gibi de yok gibi. ne yazmam gerektiğini bilemediğim bir durumdayım.

yaz okuluna devam ediyorum, hala bitmedi evet. on gün sonraysa eve döneceğim. tuhaf bir şekilde okul başladığından beri çok az kitap okuyorum ve bu beni üzüyor. ama bir şeyler çiziktirdiğim için böyle oldu, o yüzden mutluyum bir yandan da yeniden bir şeyler çizmeye başladığım için. gerçi son iki haftadır onu da yapmıyorum. sınavlarla dernek işleriyle uğraşıp durdum.

politikadan (uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimi) çap için, sosyolojiden de yandal için başvurdum. şartları sağlıyor gibi görünüyorum şuan, bir aksilik çıkmazsa kabul almam gerekiyor. (gerçi en büyük aksilik neden başvurduğumu açıkladığım kısımda çıkabilir, şu ülke şartlarında politik sinema yapmak istediğini söyler mi insan?) açıkçası bu tercihlerimden çok emin değilim. hatta oldukça az ama sonra nasıl sinemacı olduğumu hatırlayınca çok da düşünmemem gerektiği sonucuna vardım. (üniversite tercihlerimi kura çekerek yapmıştım.) hayat bir şekilde ilerliyor ve zaten bütün gönlümle razı olduğum hiçbir tercihim olmuyor. bunu da kurcalamanın alemi yok. eğer sıkılırsam bırakıveririm, kimse beni bunun için zorlamıyor ki. evet, ben de merak ediyorum, bu şekilde ne kadar daha yaşamaya devam edeceğimi. ya da edebileceğimi.

ve merak ediyorum bazı şeylerin ne kadar benim tercihim olduğunu. bunu herkes merak eder. şuan bu yazıyı neden yazıyorum? yarın gitmem gereken o yere gidecek miyim? gerçekten gitmem gerekiyor mu? içimdeki isteksizlik oraya, onlara ait olmadığımı, aidiyet zaten gözden çıkarılmıştır ama en azından yakın bile hissedemediğim için, hep bir yabancı olarak kaldığım için mi aralarında? bu soru değildi. cevabı biliyorum. elimden geleni yaptım, hepsi birbirinden farklı ve belki onlar da zaman zaman benimle aynı hislere kapılıyorlardır ama yine de ben, hepsinden daha farklı bir yerde durduğumu hissediyorum. onları bağlayan ipler daha sıkı, ben yalnızca bir misafirim. geldiğim için, yaptığım işler için teşekkür edilen tek kişiyim.


bahar döneminin sonunda tatile girişimi kutlamak için on iki tane kitap almıştım, bunların hepsi daha önce okumadığım ve en azından yarısı adını bile duymadığım yazarlardı. normalde böyle şeyler pek yapmam, yani söz konusu kitap olduğunda riske atmam. ortaokul ve lisenin ilk yıllarında bu hakkımı fazlasıyla kullanarak elime ne geçtiyse okudum. şimdi okumam gereken koca koca listelerim varken şansa yer bırakmaktan hoşlanmıyorum. bu nedenle daha önce okumadığım bir yazarı okuyacaksam ya kitap konusunda düşüncelerine güvendiklerim arasından okuyan birini bulurum ya da ekşide bloglarda vesaire araştırım. ama yeni yazarları nasıl keşfedebilirim? bunun tek yolu biraz risk alabilmek, tabi ki yine detaylı bir araştırma yaptım web üzerinden ama ne kadar emin olabilirim?

sürekli ev değiştirdiğim için kitaplarımı genelde yanımda pek taşıyamıyorum. o yüzden bu listeye yaz okuluyla birlikte başlayabildim, araya başka kitaplar da giriyor tabi. şuan yalnızca dördüncüsündeyim. bahadır cüneyt yalçın'ın hep lunapark kitabından bahsetmiştim zaten. robert seethaler'ın bütün bir ömür ve chinua achebe'nin artık huzur yok kitapları diğer okuduklarım ki onlar da başka bir evdeki kütüphanemde duruyorlar, o yüzden resimde yoklar.  




bütün bir ömür (ein ganzes leben), avusturya edebiyatında, orjinali almanca olan bir eser. zweig, rilke, bernhard gibi isimleri tanısam da çağdaş avusturyalı yazarlardan, en azından halihazırda hayatta olan kimseyi okumadım galiba. o yüzden bu bir keşif sayılabilir benim için. sıradan bir adamın hayatını okuyoruz, ciddi anlamda çocukluğundan ölümüne kadar. gayet sıradan bir adam olan andreas egger'ın aslında hayata dair her şeyi yaşadığı; çalıştığı, ev yaptığı, aşık olduğu, evlendiği, savaşa gittiği, esir düştüğü, gezginler için rehberlik yaptığı, yaşlandığı bir hayat. yüz elli sayfa bile tutmayan bir kitapta bütün bir ömür. zaman zaman cidden etkilendim ama muhteşem diyemiyorum. ne eksik? emin değilim. 

artık huzur yok (no longer at ease), nijeryalı bir yazar olan achebe'nin ithaki'nin afrika üçlemesi kapsamında bastığı ikinci eseri. (ilki "parçalanma" ve sonuncusu "tanrının oku") achebe'yi joseph conrad'ın karanlığın yüreği eserine yazdığı eleştiriden tanıyordum. aynı zamanda coetzee'nin romancının romanı'ndaki "afrika'da roman" bölümünde adı geçince ilgimi çekmişti. aynı zamanda bu bölüm bana şu soruyu sordurdu "afrikalı romancılardan kimi okudum?" cevap üç nokta. böylece achebe'nin bu eserini elime almış bulundum. internetten alıyorsam ben kitapların tanıtım yazısını yani arka kapağını pek okumam, kitapçıda okuyabiliyorum ama genelde kitabın ilk cümleleri ya da içinden bir sayfa benim için daha önemli bir kriterdir. okulda okurken arkadaşım ne gördü, sordu. ben de klasik hareketim kitabı eline tutuşturdum. arkasını okudu, dedi ki "bundan iyi türk dizisi çıkar". bir sinirlenmişim ki sormayın, vay efendim, sen achebe'nin kim olduğunu biliyor musun diye girdim olaya, tırstırıp kaçırdım. sonradan arkasını okuyunca gördüm ki öyle düşünmekte biraz haklıymış, bayağı sığ bir yazıydı çünkü.

başkarakterimiz obi'yi umufio'lular derneği ingiltere'ye yanlış hatırlamıyorsam hukuk okusun diye gönderirler ama o ingiliz dili ve edebiyatı okur. dönüşünde iyi bir işe başlar, bir kıza aşık olur ama kız halkın geleneklerinde lanetlenmiş bir soya mensuptur ve iş hayatındaki yozlaşmış sistem onu doğru olanın ne olduğu konusunda şaşırtmacalarla karşılaştırır. obi, bu sırf soyuyla ilgili bir takım olaylardan dolayı sevdiği kızla evlenemeyecek olmayı da daha fazla kazanmak ya da daha iyi bir yere gelmek için rüşvet kabul almayı da reddeder. ancak kitabın sonu bizim türk dizilerinden biraz farklı biter.

gerçekten yumruk yedim. neeeee olamaz bu nasıl bir son?!!! parçalanma'yı kesinlikle okuyacağım ama tanrının oku için karar vermedim, onu parçalanma'nın etkileyiciliği belirleyecek sanıyorum. ben bir şeyler öğrenmek için roman öykü okumam. ama bu kitabı okurken öğrendim işte, elimde değil. nijerya, özellikle igbo kültürünü, beyaz adamın etkisini ve tabi achebe'nin bir igbolu olarak olaylara bakışını. tabi çeviri okumak ciddi problemli bir iş ama bazı deyimleri, atasözlerini olduğu gibi (yani okuyunca bir anlam ifade etmeyecek şekilde bile olsa) koruduğu için teşekkür ettim. ayrıca antrpolojide öğrendiğim bir sürü teorik bilgi yerine oturdu bu romanla. gerçekten anladım neden bahsettiğimizi derste.

şimdi, bisikletçi kumpası (fama o biciklistima) diye bir kitap okuyorum yine aynı konsept içinde, o kadar hoşuma gitti ki. stevislav basara kesinlikle daha önce duymadığım bir isimdi ve üzüldüm.  ama çok da değil çünkü daha önce okusam şimdiki kadar zevk almayabilirdim sanıyordum, çok ciddi bir humanities bilgisi istiyor bence. (neden beşeri bilimler ya da sosyal bilimler demiyorum? çünkü humanities'in ortaya çıkmasının nedeni bu bilim kelimesindeki ihtilaf. insanlıklar? insanlar ilgilenen alanlar...) ha bu bende var demiyorum ama bir kaç yıl önce çok daha azdı tabi ki. okula sövsem de bu anlamda çok şey kattığını yadsıyamam. neyse, basara, modern sırp edebiyatının önemli isimlerindenmiş. şimdilik umudum, diğer eserlerinin de türkçeye çevrilmesi ya da ingilizce çevirilerinin benim için ulaşılabilir konuma gelmesi yönünde. çok çok sevdim. (bir de grup var cyclist conspiracy diye, güzel şarkıları var.)



sultanahmet'ten süleymaniye'ye kestirmeden geçmeye çalışırken istanbul üniversitenin olduğu sokakların birinde bir tezgah gördük. kolye, yüzük, bileklik tarzı şeyler satıyorlardı. hoş şeylerdi, birer tane alalım dedik. ben bir kolye aldım. üzerinde aydan sarkan salıncakta sallanan bir kız var. ben lisedeyken, hava bulutlu değilse ay ışığı öyle güçlü vururdu ki uyuyamazdım. o zaman hiç romantik bir yanı yoktu. üzerinden geçen yıllarda ben de hayatla birlikte çokça değiştim. kötü bir şey değil bu, olmak istediğim kişi olmaya çalışıyorum ve büyük ölçüde başarıyorum. daha ne isteyebilirim ki gibi görünebilir. ama o zaman da, mesele kendimi gerçekleştirmekse, bunu yapma gücüne sahip olduğuma inanırdım ve inanıyorum. kendini tanıyan biri olmak istedim, duygularını dibine kadar yaşayan biri, aklına eseni söyleyen ve yapan biri olmak istedim. oldum. evet belki henüz aşık olamadım ve insanlara bakarken onları potansiyel öyküler olarak görmekten kendimi alamıyorum. ama her zaman önümüzde atılması gereken adımlar olması iyi değil midir? bu retorik değil. gerçek bir soru.

kolyeyi boynumdan hiç çıkarmıyorum. ona ne zaman baksam on yedi yaşımdaki beni hatırlamak istiyorum. evet, ben mutluyum, deyişimi. üzülüp ağlarken bile mutlu olduğumu bilişimi hatırlamak için. bugünlerde sık sık unutur oldum. uzun zamandır eşikteyim, depresif bir dönemin içine kendimi bırakmamak için elimden geleni yapıyorum ama bir şekilde tamamen çekilip kendimi kurtaramıyorum. uzun uzun sorunun ne olduğunu düşünüp onu çözümlemedikçe bu durumdan kurtulabileceğime inanmıyorum. daha önce hiç böyle olmadı.

yine de sorunun kendimle ilgili olduğundan emin gibiyim. yirmi bir yaşında vasıfsız biri olmaktan bahsediyorum. yazmayı hayatımın bir amacı ve sonucu olarak gördüm yıllardır. peki, en son ne zaman kayda değer bir şey yazdım?


mandariniid'i yeniden izledim. üç yıldan fazla olmuştu, hala çok güzel.  

***

çin'de deprem oldu iki gün önce haberlerde görmüşsünüzdür, sichuan'da, sincan'a doğru ilerliyormuş fay hatları. deprem olduğunda xingchi (benim xian'da yaşayan arkadaşım) asansördeymiş. bir şey olmamış, iyiymiş.

sen iyisin, iyi kal. dikkat et kendine. peki iyi olmayanları, olamayanları ne yapalım, ne diyelim? dua edelim desem xingchi'ye, bir şey ifade eder mi? ölüm söz konusu olunca nasıl bitebiliyor bütün sözler ve duygular?

deprem olduğu gün, akşam eve dönüyordum. hava kararmıştı, saat ona geliyordu. annem aradı, sesi ağlamaklıydı, bir haber aldık dedi. antalya'daki akrabalarımızdan, annemin kuzeninin oğlu, benden bir yaş büyüktü, sporcuydu, profesyonel yüzücü ve rafting yapıyordu. ben onu hiç görmedim. motosikletini tamir etmek için kenara çekmiş, arabanın biri gelip çarpmış, ölmüş.

kalıverdim caddenin ortasında. hiçbir ilişkimin olmadığı, tanımadığım sevmediğim biri.  yıllardır duyardım adını, yaptıklarını. şimdi öldüğünü duydum. tek kelime edemedim, birden gözyaşlarım boşaldı. annesini düşündüm, abisini, bütün aileyi düşündüm, sonra onu. bir insan olarak. bir oğul olarak. akranım olarak. aramızda hiçbir fark yoktu. belki ben ölürdüm ve ona haber verirlerdi. ama böyle olmuştu. kadınlar ağlıyordu, bu gencecik oğul gömülüyordu.

kimseye söyleyemedim. dedemin amcası olan yüz on yaşındaki mustafa amca öldüğünde de diyememiştim. onu severdim, o benim kim olduğumu bilemezdi. babannem öldüğünde de sustum. ölüm böyle bir şey. her şeyi herkese anlatabilen ben, kesiliyorum.

***

ne olursa olsun yaşamaya devam ettiğimiz bir gerçek. unuttuğumuz, güldüğümüz yeniden ve yeniden. saçma sapan şeyleri dert edindiğimiz doğru. gündelik hayatın gerçekliğine inanıyorum ben, değersiz demeye nispeten küçük görünen şeyleri, reddetmeye hakkımız olmadığına inanıyorum. bunu konuşalım, bunu yazalım, ne çıkar?